top of page

Ankara, 1923


HABER AKİS’teki yazılarımdan:

Haldun CEZAYİRLİOĞLU

Ankara’nın geçmiş yıllarına ait olay ve yaşanmışlarını sizlerle bir kaç yazımda paylaşmış, bu konuda çeşitli eleştiri ve yorumlar almıştım. İlgi gördüğüne inandığımız bu yazı dizininin bu kezki konuğu, Milli Mücadele Döneminin yazarlarından biri. Bu konuda bir hayli yayına imza atmış bir üstad. Feridun Kandemir’in 1934 yılında bir Mecmuada yayınlanan yazısını sizlere aynen aktarmak istedim. Kandemir, Milli Mücadele Döneminin en hareketli yılı olan 1923’teki Ankarayı ve Ankaralıları anlatıyor.

“Camları kırık, yayları kopuk, döşemeleri sökük, boyaları harap, kirli vagonlarda sarsıla sarsıla, kah yorulmuş tabu tuvanı kesilmiş gibi inliye inliye, homurdana homurdana dağbaşlarında, sırtlarda durarak; kah atları azmış bir araba gibi bayırlardan kayarak kuş uçmaz, kervan geçmez bozkırlar aşarak, sabahleyin varmamız gelen yere ortalık karardığı zaman güç ulaştık:

-Ankara !

Memurlar bağırmasalar lokomotifimizin bir köy istasyonunda nefesi kesildi sanacaktım.

İki yanımızdaki bataklıklardan gelen kurbağaların yırtık seslerini işitmekten, kulaklarımız; şehire çıkan bu harap yolun düşmeden basılacak selametli yerini beyhude aramaktan, gözlerimiz usandı. Şehrin ışıklarını arıya arıya yorulduk. Şimdi hedefi meçhul, istikameti meçhul bir seyahata çıkmış bir kafile halinde ellerimizde çantalarımız, heybelerimiz soluya soluya yokuşu çıkıyoruz.           -Açız, yiyecek yok.Yorgunuz yatacak yer yok.

     -Burada aşçılar yatsıdan sonra kaparlar.

      -Bir lokma ekmek de mi bulamayız ?

    -Fırından sorduk, bitmiş.

     -Ya otel?

   -Üç otel var, dolu.. Hanları bir dolaşın..

 Ve dolaşa dolaşa bir hanın, şişesi kırık, fitili tüten bir gaz lambasiyle aydınlatılmış havasız odasının bir köşesine serilen kambur bir şilteye uzandım. Çok güç, zor gelen bir sabah. Başında kocaman bir kalpak, ayağında kilot pantalon, dizlerine kadar çıkan tiftik çoraplarla karşıdan geleni tanıyacağım:

  -Ooo…Hamdullah Suphi! Ve adım başında hep aynı kıyafette dostlar, aşinalar..

– Tunalı Hilmi!

– Necati!

– Refik Şevket! Karaoğlan’dan Meclise giden bu kaldırımları bozuk, toz toprak içindeki kasaba yolunu, kahve, berber, aşçı, nalbur, kundura yamacısı, eczahane, helvacı dükkanlarını brer birer geçiyoruz.

Ankara sokaklarında tek kadına rastgelmek imkanı yok. Yıkık bağ kulübelerinden bir merkep sırtında, yahut yaya şehre inen mebuslar..

Ne sessiz şehir ! Otomobil kornesi, satıcı yaygarası!.. hayır, hiç bir şey yok. Meclisin karşısındaki Millet Bahçesi’nin sayılı bodur ağaçlarından birinin altında oturuyor ve önümüzdeki yoldan kalkan toz bulutları içinde kayboluyoruz. Bu hale alışmış olanlar mırıldanıyorlar:

 – Burası da olmasa..

*** Vilayet Konağının üst katındayız: Geniş sofanın karşılıklı kapılarına yapıştırılmış kağıtlar: ( Dahiliye Vekaleti), ( Şer’iye Vekaleti), ( Adliye Vekaleti).. Bütün vekaletler yan yana odalarda.. Kiminde bir, kiminde iki katip var. Koridor bomboş, hatta ekseriya odalar bomboş. Büyük Milet Meclisi içtima ettiği satlerde vekiller de Mecliste bulunduklarından zaten eshabımesalih denen sınıftan o sıralarda eser bulunmadığından ortalıkta ses seda yok. Yalnız Büyük Millet Meclisi koridorları canlı. İçtima aralarında mebuslar yan koridorardan kapı önlerine ve balkonlara taşınıyorlar:

  -Ne haber?

Herkesin sorduğu bu !

Akşam üstleri istasyon yolu, istasyona akan bir kalabalıkla dolu. Günde bir defa gelen ve ne getirdiği belli olmayan treni karşılamak en zevkli iş. Dünyaya bizi bağlayan bu demir çubukların üzerindeki arabaların önünde sevgilisini arıyan aşıklar gibi dolaşıp duruyoruz. Aşina bir çehreye rast gelen kollarını açıyor..

Bu yolun bir ucu artık İstanbul da değildir. Çıkmaz sokaklar ortasında kalmış gibiyiz. Fakat bu çıkmaz yolları aşıp da trene kavuşabilmiş olan bahtiyarlar var. Kimi bir bohça, kimi bir paket, kimi dara gelmiş de sadece bastonunu almış, gelmiş.. Ankaraya kavuşmanın verdiği heyecan ve sevinçle tanımadıklarına bile sarılıp öpüşüyorar.

-A.. İşte Ferit Bey..( Şimdi Varşova Elçisi)

-Şu inenler Memduh Şevket ve Muhtar Beyler..

-Ya bu?

-Kazım Nami Bey.

Kazım Nami Bey bir mektep çocuğu gibi elinde şeritlerle sarılmış bir yığın kitapla ilerliyor. Bu yolcuların her biri bir başka istikametten geliyor. Kimi İstanbul’dan dağları, bayırları yaya aşarak, kimi denizden Antalyaya oardan atla, araba ile günlerce seyahat ederek, kimi Mudanya ve Bursa’dan bir yolunu bulup kaçarak treni bulmuşlar.

*** Her akşam, şimdi yine Kocaeli mebusu olan Posta Telgraf Umum Müdürü Sırrı Bey’in odasına uğramadan edemezdik:

 -Yeni bir haber ? O bize, en hoşa gitmeyecek haberleri, hafifleterek, iyileştirerek vermenin yolunu bilirdi ve bunları,biz eksik olmayan nikbinliğimiz ile bir az daha güzelleştire güzelleştire Kuyulu Kahveye giderdik. Kuyulu Kahve ile karşısındaki Büyük Kahve her gece Ankara münevverlerini çatıları altına toplayan iki kulüp gibi idi.

Büyük Mücadele sıralarında Ankaranın her akşam bir ajansı vardı. Bu ( Hakimiyet-i Milliye Ajansı), bir kaç satırla bizi dünyadan haberdar etmeye çalışırdı. İzmir Limanına her gün bilmem kaç düşman vapuru gelip Yunan Ordusuna mütemadiyen silah,cephane,harp techizatı taşırken biz İstanbul’dan gazete bile getirtemiyorduk.

Ankara bir çember içinde – Hamdullah Suphi Beyin dediği gibi- “gözsüz ve sağır” kalmıştı.Hiç unutmam, Hamdullah Suphi Bey, Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü olduğu zaman ajansı ıslah etmek ve akşamları neşrettiği bültenleri biraz büyütmek istiyordu. Fakat ne ile?

Bir gün bilmem kim İstanbuldan gelmiş ve gelirken bir de ( İleri) Gazetesi getirmiş.. Bunu haber alır almaz hepimiz birer tarafa koştuk ve ( İleri) yi aramaya koyulduk. Nihayet bu ( İleri) elden ele geze geze yırtılmış, yağlanmış, şurası burası kopmuş bir halde elimize geçti. Hamdullah hemen oturdu. Gazeteyi önüne aldı ve bu bir hafta evvelki gazeteden öyle olgun, mükemmel bir ajans bülteni çıkardı ki, o gün her rastgelen:

Tebrik ederiz Hamdullah Bey,diyordu. Cidden ilk defa mükemmel bir ajans okuduk.Tebrik ederiz.

İşte kahvelerde okunan da bu ajanslardı. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi küçük kıtada haftada iki defa çıkardı.

Kahvelerde her dert mevzuu bahsolurdu. Yemek derdi, yatak derdi, üst baş derdi, hatta çamaşır yıkama derdi. Fakat hepsinin üstünde cephe endişesi. Kahve dönüşü kol kola, şimdi Maarif Vekaleti olan mektebin üst katındaki otuzar kişilik koğuşumuza yatmağa giderken, başlarımız gayri ihtiyari sağa dönmedi. Sağda, uzaklardaki kapkaranlık sırtın bir noktasında sönmiyen bir ışık vardı. Bu ışık onun, o büyük başın sabahlara kadar çalıştığı masayı aydınlatan ışıktı. Bu ışık bunalan ruhları, kararan gönülleri, sönen ümitleri bir anda kurtaran ve aydınlatan bir nurdu.

Ve işte asıl Ankara o idi.”

KANDEMİR 29 Birinciteşrin 1934

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page