top of page

Yokluğunda bile, 46 yıldır beni sarıp sarmalayan babama!


Babam

17 Mart 1970’den, 17 Mart 2016’ya

Biliyorum; anılar yazılmazlar ise unutulacaklar. Anılmayacaklar, yaşamayacaklar. Yaşatılmayacaklar. Eğer yazılmaz ise anılar, kaybolacaklar. Gidecekler, yitecekler. Tıpkı, bu anılara zamanında ev sahipliği yapmış, lakin çoktandır da aramızdan ayrılıp, gidenler gibi.

Anılar yazılmazlar ise yazık olacak, bitecek.

Yitecek.

Ya da anılar, ya da sana anılmak için bırakılanlar, anıldıkları kadar yaşayacaklar. Yeniden hayat bulacaklar. Yaşatılacaklar. Nefeslenecekler.

Tıpkı o gidenlere biraz can, biraz nefes vermek gibi.

Zaten geriye birkaç resim, birkaç yazı, birkaç eşya dışında ne bırakıp da gittiler ki onlar? Ne kaldı onlardan bize hatıralık? Yıllardır açılmayan bir fotoğraf albümünün ya da emlak vergisi ödeme gününden, bir sonrakine açılmayı hak eden bir çantanın içerisindeler her biri. Birkaç yazı, bir kaç cüzdan.

Ya da anam misali kalmış birkaç gönül erbabının yapacağı gibi, hala gardırobunda asılı durup, saklanan birkaç ceket ve gömlekten geriye ne bıraktılar ki?

Başka ne sakladık, yitip giden babalarımızın ardından? Ne saklayabildik?

Geriye kalan evler, bağlar, bahçeler ne kadar büyük olsalar da, onlara ait olanları saklamakta,  yetersiz kalmadılar mı? Sığdırdılar, barındırdılar, sakladılar mı onlara ait olanları?  Bu güne taşıyabildiler mi? Tuttular mı, tutabildiler mi o anları? O anıları?

Belki bir fotoğraflarıyla, vesikalık olsa da küçücük bir resimleriyle, para cüzdanımızın bir köşesindeydiler. Yıllarca bizimle birlikte, pantolonumuzda taşıdığımız cüzdanımızda naylon kaplar içinde, terlediler, büzüldüler. Şekilden şekile girdiler. Ezildiler.

Ah! Ona bile razıydık.

Şimdiler de o bile yok artık; cep telefonlarımızın dijital köşelerine atıldılar çoktandır. Yıllarca içimize sinmiş o fotoğrafın bile sıcak, yaşanmış dokusu, yok üzerimizde ne yazık ki!

Anmaya, hatırlamaya çalıştıklarımızı bir bir sildik üzerimizden. Kokularını, tenlerini sildik. En son, o fotoğraf götürdü her şeyi! Kokuyu da, teni de götürdü. Bitirdi.

Arda ne kaldı? Ne kaldı kaybettiklerimizin peşinden?

Belki,  bir hatırat, bir eski, bir vefa, bir nostalji esiri olan kişinin yapacağında kaldı, bazı ufacık şeyler.  O da birkaç kişi.


Belki vardır benim gibi, yılda birkaç gün de olsa, babasının 46 yıllık yadigârı bir bordo yün hırkasını sırtına kuşanan? Kış aylarının çetin koşullarında onun göğsüne sıkı sıkıya sarılan! Kış gelince,  güvenerek, sevinerek giyeceği bir bordo hırkası olan! Sıcacık, yumuşacık saran. Kışın da en çok onu giyen!

Babasının yitip, gitmemiş kokusunu içine içine çeken! Nefes alan, nefese boğulan! O kokuya doyan!

Vardır elbet. Elbet vardır; üzerinde, teninde 46 yıllık bir anıyı, bir hatıratı yaşatan. O anıları, sokak sokak, kent kent dolaştıran. O’nu sabahları işe, öğle yemeklerinde bir çorbacıya, akşamında evine döndüren. Birlikte televizyon karşısında,  ayağını uzatıp maç izleten.

Vardır elbet. Elbet vardır: Baba sevgisini kendine hırka edinen, baba kokusunu üstüne geçiren. O koku çoğalsın diye,  kış günlerini uzatan, gecelere taşıyan.

Kışı bekleyen, kışı özleyen.

Biliyorum, vardır. Elbet vardır. Yokluğunda bile,  hala babası tarafından sarıp sarmalanan birileri vardır.

bottom of page