Haftalar öncesi gelirdi bayram Demirci’ye. Sanki öncesinde hiç yıkanmaz, temizlenmezmiş gibi önce o ahşap evlerin tahtaları divitler ile sarartılır, yıkanır, fırçalanırdı. Perdeler, halılar, divan örtüleri peş peşe sıralarını alır, her biri yeni örtülerine kavuşurlardı. Köşe- bucak silinir, hatta ufak tefek tamirat ve boya işleri araya sıkıştırılırdı. Soba kullanılan ayların bayramlarında, sobalar yeniden gözden- elden geçirilir, boru, baca temizliğinin yanı sıra, eskimiş yanları o kendine has alüminyum boyalarla boyanırdı.
Ne severdim o kokuları? Arap sabununun başını çektiği, çamaşır detarjanlarının araya karıştığı ve dört bir yandan farklı aromalar oluşturan boya kokularını!
Bayrama sayılı günler kaldığında ise bu kokulara daha baskın ve daha sıcak kokular ilave olunurdu. Şimdi sayıları bir hayli azalmış mahalle fırınlarında pişirilerek yerini alan ekmek, börek, pide, lokum ve peksimet kokuları.
Ne çok koştururlardı, o günlerde ninelerimiz, annelerimiz! Bağırış bağırışa bir fırın önü telaşı ve sohbetleri, akşama değin sürer giderdi. Bu sohbetlerin en önemli konusunu ise, bayrama gelecek yakın, eş-dost ve akrabanın konuşulması ve gelecek konuklara yapılan özel yemekler oluştururdu.
Evleri fetheden o pide kokularını ve içine doğranmış yumurta haşlamalarının lezzetini unutmak mümkün mü?
Ya arafe akşamına hazırlanan, demlenen yemek kokularına ne demeli? Hangisine dayanabilirsiniz ki?
Evlerden, fırın önlerinden ayrılan telaşanın sokak ve caddelere taştığını görmek, bayrama bir adım daha yaklaşıldığını belirtirdi adeta. Fileler dolusu erzak ve öteberinin tamamlanması için harcanan çabanın arkasından, başından çekilerek evlere götürülmeye çalışılan kurbanlıklar, bu belirtinin ilk nişaneleri gibiydi.
Bu kez evlere çocukların heyecanı doldurur, getirilen kurbanlıkların beslenmesi, sulanması, en beceriksiz eller tarafından yerine getirilirdi. Aslında o beceriksiz eller, kurbanlığa duyulan hissiyatın da en saf yüreğini teşkil ederlerdi; bu iki- üç günlük dostluğun da birden bitivermesine isyan ederek!
Demirci’de bayram asıl arafe günüdür; şehir dışından gelmeye başlayan konuklarıyla, çarşının kalabalıklığıyla, alış-verişin hızıyla, itile- çekile götürülen kurbanlıkların çokluğuyla, sipariş sinilerinin evlere teslimiyle, ikindi namazındaki cemaatin fazlalığıyla, akabinde başlayan kabristan ziyaretiyle. Bu ziyaret esnasında, aylarca, yıllarca görüşmeyen dostların, akrabaların, arkadaşların sımsıkı sarılmaları, selamlaşmaları, bayramlaşmalarıyla. Sokakların arabalarla işgalleriyle. Akşama değin süren sohbetlerin, her yeni bir misafirin gelişiyle birlikte yenilenişiyle. Her dem içilen çayıyla, kahvesiyle. Ucundan, bucağından koparılan böreğiyle, çöreğiyle.
Nihayetinde, beklenen misafirler ile birlikte yenilen akşam yemeğinin mükemmeliyetiyle. Gecenin son vaktine kadar süren sohbetler, çocukların oyunları, eğlenceleri, koşuşturmaları, misafir çocuklarına gösterilen ihtimam ve hassasiyetiyle.
O vaktin mutluluğu, sevinci bayramdır Demirci’de.
Sonraki anlar ve günler bilinen ve yaşanan ritüellerin tekrarından başka bir şey değildir ki! Belki de çocukluğumuzun bayramlarına ait, Bayram Günü çarşıda kurulan bayram eğlencelerinin, standlarının dışında her şey, arafe günü içinde yaşanmış, tadılmış gibidir.
Sevinçleriyle, mutluluklarıyla, sohbetleriyle.
Bayram sabahı kılınan Bayram Namazının ardından ritüeller ardı ardına sıralanmaya başlar yine. Kabristan ziyareti, arafe günü görülmemiş dostların, arkadaşların sarılmaları, kurban kesimi, kurban kavurmasına hazırlık, öğle yemeği sonrası hane halkıyla bayramlaşma, hediyeleşme ve bayram ziyaretleri.
Ve bayramın en büyük törenlerinden biri daha; birkaç gün önce ekmek, çörek, pide yapılmak üzere yakılmış o mahalle fırınlarının bu kez bayram güveçleri için yeniden yakılıp tutuşturulması. Ertesi sabaha sıcak sıcak ve buram buram bir güveç tadı bırakılmaya çalışılması.
Eski bayramlara bakıldığında geride bırakılan o kadar çok anı var ki bu yaşanmışlıklara ait: Kurbanlarımızı kesip, hazırlayıveren Kasap Halil Amcanın ustalığı, mahalle fırınları önünde kadınların bitmez, tükenmez uğraşları, Çakmakoğullarının büyük güveçleri, Cevahirlerin Ömer Amcanın sakinliği, Vufakların Vahip Amcanın her dem çalışkanlığı, Salim Beylerin Salim Abinin kurbanı yere yatırmadaki mahareti, kelle-paça ütüleme işleri için Kemal Beylerin Güngör Abinin çuvalları sırtlayarak götürüşü. Ne olursa olsun, son bayram günü ikindi vakti hep evde bulunma gayreti, bayramın bittiğine işaret eden “top atışı” sonrası, “ İşte geldi- geçti bayram, sağ olana her gün bayram”nidalarına kâh, Kemal Beylerin Kemal Bey amcadan, ya da Abdi Beylerin İzzettin Bey amcadan şahit olmalar.
Sonrasında ya akşamından ya da sabahında yollara düşmeler, mevsimlik erzak dâhil bayram yiyeceklerini yüklenerek bayramdan, evden ayrılmalar. Sokakları dar ama yürünecek yeri çok, bir veya iki katlı ama balkonları büyük, evleri eski ama önleri açık, basık ama bacaları tüten o eski şirin Demirci’den ayrılmalar.
Daha niceler…
Demirci’de bu tatları tadarak yaşanmalı bayram. Eşiyle- dostuyla, çoluğu- çocuğuyla, hasret gidererek, kucaklaşarak, bayramlaşarak. Sarılarak.
Bayram yaparak!
Keza yazımızı süsleyen 1968 yılına ait Demirci Fotokart’ın kendisi de, arkasında yazanlar da böylesine bir bayrama duyulan özlemi yansıtıyor aslında.
Aynen de şöyle yazıyor:
“ Sevgili Evlatlarım, 11-12-1968
Evvelki senelerde olduğu gibi gene bu bayramda yalnız geçireceğiz. Ne yapalım? Allah sıhhat, afiyet versin. Neler geçer. Neler!
İyi günler, neşeli bayramlar geçirmenizi candan dileriz. Annen ve ben gözlerinizden, Rengin, Cemile ellerinizden öperler. Esinlerin yazmış olduğu zarfa ben de Demirci’nin resmi ile iştirak ettim. Ayrıca mektup da yazarım. Selamlar. Tevfik ”
Doğrusu hem o eski Demirci’ye hem de eski bayramlara büyük özlem duyuyorum. Belki mümkündür eski bayramları yeniden yaşamak birazcık bir çaba ile.
Ya o eski Demirci’yi yaşamak? Demirci’nin o resmi ile iştirak etmek bayramlara!
Mümkün müdür?
Comments