top of page

Bir Cilavuz Hikayesi

Cilavuz Haber- Mustafa ZARİÇ’ten  ALINTIDIR: CİLAVUZDA BİR KUŞ VAR KANADINDA YEMİŞ VAR

Hizmetli elindeki zarfı uzattı. Verilen bir baş selamıyla dışarı çıktı. Zarfın üzerine baktı. Zarf Ankara’dan geliyordu. Elleri titreyerek zarfı açtı. Çok uzun olmayan, sade ve kısa yazılmış genel müdür imzalı yazıyı okudu. Yüreği bir kuş gibi çırpmaya başladı. Ayağa kalktı. Odada dolaşmaya başladı. Türkiye haritasının karşısına geçti. Parmağını bir çırpıda, haritada bulduğu Kars’ın üzerine bastırdı. Verilen görev hem büyük hem de çetindi. Başarmanın yanında olumsuzlukları da düşündü. Görev için seçilmiş, inanılmış insanlardan biriydi. Ankara’dayken bir ara İsmail Hakkı Tonguç böyle bir görevden ona söz etmişti. Belki o zaman fazla önemsememiş, üzerinde durmamıştı. Demek bu kısa konuşma, aradan bunca zaman geçmesine rağmen unutulmamıştı. Şimdi ise gerçek olmuştu. Elindeki kağıdı katladı, cebine koydu. Hızla merdivenlerden inerek bahçeye çıktı. Bahçe kapısı açıktı. Evin yolunu tuttu. Yolda bir düşüncedir aldı kendisini. Verilen selamların bir kaçını aldı. Birçoğunu da düşünceler yüzünden görmedi. Eve ne zaman geldiğini, nasıl geldiğini, yolda kimlerle karşılaştığını bir türlü anımsayamadı. Hazırlıklar tamamlandı. Gidecekti Kars’a. Karar vermişti. Karar vermesi belki de kendi iradesini aşmıştı. Bu bir emirdi. Bu bir görevdi. Kendine güvenen o yüce insanı yarı yolda yüz üstü bırakamazdı. Birkaç parça giyecek, birkaç parça eşya. Kalem, defter, bir kaç kitap. Topu topu bavuldakiler bunlardı. Önce Erzurum’a gidecek, ardından ver elini Kars. Bindiği trende, gideceği yerde ne tür insanlarla karşılaşacağını düşünüp durdu. Yapacağı işi kabullenip, ona yardım edecekler miydi? Tren düdüğünü acı acı öttürdü. Yolculuk başlamıştı. İşe nerden başlayacağını düşünüyordu. Acaba bazı illerimizde kurulan köy enstitülerindeki gibi o yörenin tutucu, bağnaz insanları onun da karşısına çıkacaklar mıydı? Kars’ a indiğinde, esen yelin bir toz bulutunu önüne katıp getirdiğini gördü. Eliyle ağzını, burnunu kapattı. Toz bulutu önünden geçip gitti. Kars’ın düzenli mimarisi ve geniş yolları onu şaşırtmıştı. Çarlık Rusya\’sı zamanında kırk yıl işgalde kalan Kars’a, yerleştirilen soylu subay ailelerin ihtiyaçlarına yanıt vermek için taş kaldırımlı şose yollar yaptırılmıştı. Yarım saatlik bir yürümeyle Maarif Müdürlüğüne geldi. Müdür kendisini sıcak karşıladı. Geleceğinden haberi vardı. Müdür hizmetliyi çağırdı, çay söyledi. “Halit Bey, yapacağınız iş çok büyük bir iş. Her şeye sıfırdan başlayacaksınız.” “Biliyorum, bu şartlarda devletten de fazla yardım alamayız.” “Peki, bu köy enstitüsünü nerede kuracağınıza karar verdiniz mi?” “Hayır, daha karar veremedim. Kars’a ilk gelişim. Önce kalacak bir yer bulmalıyım. Sonra köy köy dolaşıp enstitü için uygun bir yer bulacağım.” “Kalacak yer önemli değil, birkaç gün bizde kalırsın.” Halit Ağanoğlu erkenden uyandı. Maarif Müdürü de kalkmıştı. Kahvaltı yapıldı. Biran önce işe koyulmalıydı. İlk iş olarak, köy köy, kasaba kasaba dolaşmak için bir araba gerekliydi. Arabanın, yük ve eşya taşımak için toplandıkları Kars’ın bırıçkacılar meydanında bulunabileceğini söyledi maarif müdürü. Ağanoğlu yanına müdürlüğün hizmetlisini alarak bırıçkacılar meydanına geldi. Meydanda bırıçkacılar iş beklerken kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Ağanoğlu hizmetliye dönerek.

“Bunların içinde tanıdıkların var mı?” diye sordu. Hizmetli bırıçkacılara şöyle bir baktıktan sonra: “Var ama bakalım burada mı?” Ağanoğlu ve hizmetli bırıçkacılara biraz daha yaklaştıktan sonra, hizmetli: “Selamünaleyküm, Melik köylü Allahverdi’nin bırıçkası nerede?” diye sordu Bırıçkacılar, gelenlerden maarif müdürlüğündeki Zeki’yi tanıyorlardı ama diğer kişinin buralı olmadığı belliydi. Üstü başı düzenli, etrafa yabancı olan Ağanoğlu’nu görünce biraz toparlandılar. Güneşin altında beklemekten elleri ve yüzleri kararmış bırıçkacılardan daha zayıf olanı: “Bir iki saat önce burdoydu, Dikme’ye alaf götürdü. İndi geler. Neydi ki?” Zeki: “İşimiz var. Daha doğrusu müdür beyin işi var. Gelende benim yanıma, müdürlüğe gelsin. Haydi eyvallah.” Halit Ağanoğlu Melik köylü Allahverdi ile birkaç gün içinde birkaç yer, birkaç köy, birkaç kasaba dolaştı, insanlarla konuştu. Hepsi de candan, sıcak ve saygılıydılar. Dolaştığı yerler içinde kafasında köy enstitüsünün kurulacağı bir yeri daha belirleyememişti. Kars’ın kuzey taraflarını da bakmak gerekirdi. Allahverdi’ye Ardahan’a doğru gideceklerini söyledi. “Bir de oralara bakalım” dedi. Arabayla Cilavuz Kars arasındaki tozlu yolları aşarak Ardahan’a doğru gideceklerdi. Öğleye doğru Cilavuz’a geldiler. Cilavuz’a girişte ilk göze batan şey eski yapılardı. Rus işgalinden sonra yapılmış bu binalar askeri karargah olarak kullanılmış. Bu nedenle düzenli mimari ve geniş yapılarıyla göze çarpıyordu. Halit Ağanoğlu bu binaları sordu soruşturdu. Boş olduğunu öğrendi. Boş olduğunu öğrenince Halit Ağanoğlu’nun yüzü birden aydınlandı. Gözleri gülüyordu. Kaç gündür köy köy, kasaba kasaba dolaşmış enstitü için yer bulamamıştı. “Bulduk işte” dedi yanındaki Allahverdi’ye. “ Bundan iyi bir yer daha olamaz. Bu binalar biraz bakımsız, harap kalmış ama duvarlar sapasağlam duruyor.” Sevinçten uçuyordu. Böyle suyu bol, ekime elverişli toprakları olan bir yer, kaç köy enstitüsüne nasip olurdu. Diğer köylerde kurulan enstitüler, ilk başlarda bina yerine işe çadırla başlamışlardı. Daha sonra öğrencilerin olanaklarıyla derslik, yemekhane, yatakhane gibi tesisler sonradan inşa edilmişti. Cilavuz’da durum farklı olacaktı. Binalar hazırdı. Yapılacak çok iş vardı ama olsun enstitünün yerini bulmuştu. Artık karar vermişti. Genel müdürlüğe yer bulundu diye yazı yazılıp, enstitünün kuruluş onayı alındı. Artık çalışmalara başlanabilirdi. Birkaç gün sonra tekrar Cilavuz’a geldi. Köyde yaşayan insanları tanımak, onlarla kendi arasında bir bağ oluşturmak gerekiyordu. Halktan kopuk olamazdı. Bu okullarda halk çocukları okuyacak, eğitim göreceklerdi, o zaman halkın desteğini ve ilgisini enstitüye çekmek gerekiyordu. Cilavuz eski, harap binaları ve birkaç pare evden oluşan küçük bir köy durumundaydı. Binaları gözden geçirdi. Binaların bulunduğu alan uzun süre kullanılmadığından her tarafını otlar, dikenler sarmıştı. Binalar elden geçmeliydi. Bu işleri yapacak insanlara ihtiyaç vardı. Etrafı gezmeye başladığında binaların arasında hayvanlarını otlatan insanlarla karşılaştı. Kendini tanıttı, neden burada olduğunu anlatmaya çalıştı. Bu köyde kendilerine yardım edecek birilerini sordu. “Şadman Ağa” dediler. O bu işlerle ilgilenebilir. Onlara yardım edecek, enstitünün kurulmasında ön ayak olacak insanın “Şadman Ağa” olacağını söylediler. “Hem durumu iyidir, hem de aydın bir insandır. Yardım etmesini sever. Böyle bir işte Şadman Ağa biçilmiş kaftandır.” Dediler. Köy küçük bir yer olduğundan Şadman Ağa’nın bulunması o kadar zor olmadı. Söylendiği gibi onları candan karşıladı. Yardım edecek birine benziyordu. Konuşmasında insanı rahatlatan cümleler kuruyordu. Kılık kıyafeti ekonomik durumunun iyi olduğunu gösteriyordu. Şadman Ağa, binlerce dönüm tarla, birkaç köy, yüzlerce ırgat çalıştıran bir ağa değildi. Yalnızca ekonomik durumu Cilavuz halkına göre iyi, konuşmalarında karar erki olduğundan kendisine Şadman Ağa denirdi. Gelenlere gümüş tabakasından sigara ikram etti. Kendisi de ağızlığına bir sigara taktı. Şadman Ağa binaların onarılması, kırık döküğün sıvanması için bu işi yapacak insanları buldu. Halit beye “bunlar senin emrinde” dedi. “Ne iş varsa bunlar yapacak, sen yeter ki işi göster.” Sözüyle Halit beyin yüreğine su serpmiş oldu. Binalar onarıldı, otlar biçildi, dikenler temizlendi. Yatakhane ve yemekhane binaları restore deldi. Köy çocuklarının sanatla ilgilenmeleri, dünyayı tanımaları açısından bir binanın sinema salonu olmasına karar verilerek onarıldı, film makinesi temin edildi. Halit Bey, yönetici kadrosu yanında Kültür dersleri, ziraat dersleri, teknik dersler ve sağlık dersleri konusunda öğretmen kadrosunu oluşturdu. Başlangıç olarak öğrenci alımları için bunlar yeterliydi. Artık öğrenciler gelebilirdi okula. Köy küçük olduğundan ilk başta fazla öğrenci bulunamayacağını biliyorlardı. İş- güç zamanı. Kimse çocuğunu okula gönderip, hayvanlarına bakacak, onları otlatacak, tarlada kendilerine yardım edecek o küçük “tarım işçilerden” mahrum olmak istemiyordu. Bunlardan biri de Eyüp’tü. Enstitünün öğrenci aldığını, enstitüye diğer köylerden, Erzurum’dan Van’dan, Artvin’den öğrenciler geldiğini duymuştu. Kendi köyünden belki de ilk o olacaktı. Anasının ısrarları üzerine, babası elinden tutup Eyüp’ü Halit Ağanoğlu’nun karşısına çıkardı. “Müdür bey, bu benim oğlum, okumak istiyor. Kafası iyi çalışır.” Halit Bey Eyüp’e şöyle bir baktı. Zeki bir çocuğa benziyordu. Köy çocuklarının utangaçlığı onun da yüzüne vurmuştu. Üstü başı dökülüyordu. Çıplak ayaklarına giydikleri lastikler, kurumuş çamur nedeniyle toz içindeydi. “Adın ne senin bakayım.” Dedi Halit Ağanoğlu. “Eyüp” “Soyadın yok mu senin?” “Eyüp Yaptırmış.” “Demek okumayı çok istiyorsun.” Eyüp konuşurken utancından kıpkırmızı kesilmişti. Yaşamında belki de ilk defa kendisine geleceğiyle ilgili soru soran bir adamla karşılaşmıştı. Müdürün kendisiyle ilgilenmesi onun çok hoşuna gitmişti. Biraz rahatlamıştı. “Evet, çok istiyorum” dedi. “Tamam, öyleyse, hazırlığını yap. Yarın gel. Artık burada kalacaksın. Yemeklerini de burada yiyeceksin.” Eyüp Yaptırmış Cilavuz’un enstitüye giren ilk çocuklarından biriydi. Bir örnekti. Çevresindeki çocuklara cesaret vermişti. Onu takip eden onlarca çocuk enstitüyü bitirip yurdun dört bir yanında dağılacak, gittikleri yerlerde bir güneş gibi parlayacaklardı. “ Ağanoğlu bir kuş olup, uçup Cilavuz’a konmuştu. Gümüş kanatlarıyla getirdiği dolu yemişti.”

Comentarios


bottom of page