top of page

Vatan hizmetini para ile ödemeye kalkmak hakkını size kim verdi beyefendi?


Ulusal mücadele sırasında yaşananları, dönemin gazetecilerinin yazdıklarıyla ve anlattıklarıyla da öğrenmek mümkündür. Çünkü onlar, o mücadelenin, savaşın, zaferin birebir tanıklarıdırlar. Her şeyi iç içe yaşamışlar, mesleklerini, ülkelerinin verdiği savaş içinde bir nefer, bir silah olarak görmüşlerdir. Her birinin kendi hikâyeleri, her birinin kendi yaşanmışlıkları farklı farklıdır. Onları tek bir safta buluşturan ise, ferdi oldukları bu coğrafyanın, yaşadıkları bu toprakların, kimlikleri olan Anadolu’nun yalın gerçekleridir. Anadolu aydınlanmasının ilk ışıkları, ilk safhalarıdır.

Nicesi bu uğurda canını, sağlığını esirgemeden vermiş, bu mücadelenin içinde olmaması kaydıyla kendisine sunulan imkânları, varlıkları, hıyanete eş kabul ederek, reddetmiştir.

Bu mücadeleyi, Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli evrelerine kadar götürmek, o kahramanlığın hikâyelerini o günlerden başlatmak da mümkündür.

İşte Tanin Gazetesi yazarı Ahmet Şerif Bey’in hikâyesi böyle bir başlangıçtır. Haykırışını duymamak mümkün müdür?

“Taşraların genel durumu budur. İSTANBUL’da debdebe ve tantana içinde yaşayan devlet adamlarımızın dikkatini ve insafını çekerim. HAYKIRAN bu zavallı millet imdat isteyen iniltisi ne zaman işitilecektir? Memleketin hayatını kaplayan bu müzmin hastalığın tedavisi için süslü koltuklara oturarak, kâğıtlar dolusu emirler  imzalamak yetmez. Dışarı çıkmalı, hastalığın kaynağını teşhis etmeli ve tedavisinin çarelerini bu şekilde hazırlamalıdır. Yoksa kendi kendimizi aldatmayalım, bu gün İSTANBUL’ UN dışında MEŞRUTİYET yaldızdan başka bir şey değildir. Ne hükümet, ne maarif, ne de ADALET, hiç bir şey yok… Evet, kendimizi aldatmayalım ki memleket korkunç bir uçuruma doğru koşuyor.”

Bizim siyasi tarihimizin ilklerinden biri olan, İstanbul dışındaki taşranın hikâyelerini gidip- görerek yazma işini, Ahmet Şerif Bey üstlenmiş, gazetesi adına 1909 tarihinde Anadolu’yu kasaba, kasaba, köy köy dolaşarak izlenimlerini okurlarına, devrin iktidarına aktarmıştır. Hemen hemen her gittiği yerden de haykırışlarını sürdürmüştür.

“ Anadolu bugün, İstanbul’un tamamıyla meçhulüdür. Tabiatın her türlü feyizlerini bol bol ihsan eylediği bu memleket hakkında hükümet şimdiye kadar bütün manasıyla kayıtsız kalmıştır. Anadolu’nun en büyük şehirlerinden başlayarak köylerine kadar her yerde bu kayıtsızlığın eserleri bütün çıplaklığıyla gözlere çarpar.”

Hele bir tespiti daha vardır ki bu haykırışın üstüne başka bir şey eklenemez:

“ Anadolulu, muhakeme fikir ve teşebbüsleri beslenmemiş ve maddi ihtiyaçlarını mümkün mertebe hazırlamaktan başka bir şey düşünemeyen, her türlü zulüm ve tahakküme boyun eğmeğe kendini mahkûm zanneden bir cahil insandır!”

İnsanın içini sızlatan bu yazıların devamında, bu cahilliğin sorumluluğunun kime ait olduğu bilgisi gelmektedir:

“Yani kendilerinin cahil olmaktan başka bir kusurları, mazeretleri yoktur demek isterim. İşte memleketimizi inleten en önemli ve tek dert, bu cehalettir. Evet, kendimizi aldatmayalım ki memleket korkunç bir uçuruma doğru koşuyor. Debdebe ve tantana içinde yaşayan devlet adamlarımızın dikkatini ve insafını çekerim!”

Ahmet Şerif’in halkın bu fakirliğinin ve cahilliğinin mahalli nedenleri üzerinde de kanaatleri vardır. Özellikle Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesine ait izlenimlerinde, hem bölge halkını korkutup varlıklarına el koyan hem de devletin idari gücüyle bir olup, bu güçle imkânlarını arttıran “ağaların” tahakkümünden bahseder:

“ Abdülhamit’in ikbal ve şa’şaası söndü gitti. Fakat bu mülkün her tarafında o devrin mevrusatı   (miras) olan küçük Abdülhamitler vardır ki, bütün kuvvetleriyle ilerlemeğe, yeniliğe engeldirler. Bunların ahali üzerindeki nüfuzlarını kırmak ancak hükümetin teessüsü, adaletin takarrürü ile kabil olabilecektir.”

Anadolu’nun her köşesinden benzer haykırışlarına, yakarışlarına tanık olduğumuz Tanin gazetesi Yazarı Ahmet Şerif Bey’in, Meşrutiyet Dönemi dâhilinde olsa bile, Anadolu’nun aydınlanmasında bu yönüyle öncü bir görevi olduğu aşikârdır. Aydınlanmanın öncüleri olacak şahsiyetleri bu yazı ve düşünceleriyle beslemiştir.

Ya Mütareke esnasında Anadolu’ya sırtında cephane taşıyan gazeteci Velid Ebüzziya Bey’e ne demelidir?

Anadolu’da ulusal bir ordunun kurulması amacıyla öncelik olarak, bazı silah ve cephanelerin İstanbul’dan kaçırılması gerektiğinde, ortaya Tasvir-i Efkâr gazetesi sahibi ve başyazarı Velid Ebüzziya Bey’in atılması nasıl yorumlanmalıdır?

Velid Bey, bir yandan gazetesiyle, Anadolu’daki ulusal hareketi överek İstanbul’da ve işgal altında bulunan yerlerdeki halka ümit ve iman aşılayacak yayınlarda bulunurken, bir taraftan da silah ve cephane kaçırmak başta olmak üzere pek çok tehlikeli işler içinde de görev alıyordu. Görevine olan bağlılığı, kaçırdığı cephane ve silahların, onları taşıyacak gemiye bizzat sırtında yüklemesiyle bitmiyor, bu gemiyi Anadolu’ya götürme ve güvenli ellere teslimi görevini de ona veriyordu.

İnebolu’ya vardıklarında, teçhizatı ve silahları teslim edeceği Milli Müdafaa Vekili Refet Bey’in, sevincinin ve duygularının ardından,  “Bu cephaneyi bir yabancı diyardan, bir yabancı el getirmiş olsaydı, hiç düşünmeden bol bol hak ettiği bir milyon lirayı kendisine verirdik. Şimdi size bile yüz bin lira vermeğe amadeyiz” sözüne karşılık verdiği cevap çok manidardır:

“ Vatan hizmetini para ile ödemeğe kalkmak hakkını size kim verdi beyefendi? Para lafı etmeye ne lüzum vardı?”

Nicelerinin içinden iki örnek kişi olan Ahmet Şerif Bey ile Velid Ebüzziya Bey’in, günümüzde ülkemizin sorunları, dertleri, açmazları ve sıkıntıları dururken,  bize İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Rusya’nın, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın sorunlarını, açmazlarını anlatıp, ortaya güllük gülistanlık bir Anadolu resmi koymaya çalışan gazetecilere örnek olmasını isterdik. Kendi çıkarlarını, ulusun ve halkın çıkarlarından üstün gören gazetecilere kapak olsun isterdik. “Küçük Abdülhamitlere” de bir cevap olsun isterdik!

bottom of page