Bu kadar ortak yaşam anca olur. Farklı yıllarda yaşamış insanların ortak yanları, tutkularının benzerlikleri bu kadar olur. Bu kadar olur yani!
Size kendim ile şu günlerde yaşayıp –yaşamadığını henüz tespit edemediğim bir adamın huy ve sevdiklerini karşılaştıracağım. Size biraz masal gelecek ama kendimi, hayatımı başkasıyla karşılaştıracağım.
Hayatta sanırım hiçbir araya gelmediğimiz ( öyle sanıyorum ) bir kişinin hakkında çok şey söyleyeceğim size. O adam zaman zaman tek kendisi olacak, ara sıra ben olacağım, bir zamanda bir başkası. Bir başkası ama o başkası, bambaşka. Yüreğimi kanatıp duran bir yara.
Pazartesi günüydü. Evde yalnız yemeğin üzerine çayımı içiyordum. Dışarda da yağmur alabildiğine yağmakta. Aklım büroya su girer mi diye düşünürken, bir yandan da gözüm akşam haberlerinde. Telefonum çaldığında karşıdaki tanıdığım bir hurdacıydı.
“ Haldun abi, kusura bakma abi, elimizde biraz kitap var da bir baksan ha!” diyordu. “Hatta istersen eve getirelim de bir bak” diyerek de ekleyerek. Sözün devamını getiren anlaşılmaz ifadeler ise, büroya gelmemin yerinde olacağını işaret ediyordu.
Kalktım gittim. Ben gelmeden önce kapımın önüne dört büyük tahta sandık, iki büyük koli çoktan inmiş, son parçalar taşınmak üzereydi.
İki kişiydiler. İkisi de tanıdık. Üstleri biraz ıslak. Üste üste gelen telefonlardan hemen gitmeleri de gerekiyor.
“Abi bir bak. İstediğini al. Yarın gelir helalleşiriz.” Türünden sözler sonrası, onca kalabalığı benim bir anda seçemeyeceğim, onların da o kadar süre bekleyemeyecekleri aşikârdı. Sonunda “götürü usulü” anlaştık. Her şey benimdi. Çöp- çöğür neyse bahtımıza diye alındı.
Artık büronun önünde koca koca sandık ve kutularla baş başa kalmıştım. Onları içeriye almam yer bulmam gerekiyordu.
Ancak bizim gibi insanların iflah olmaz duyguları bir anda kabardı. “ El attı”. Duygumuzun en kabarmış haliydi el atmak; kitaba dokunmak, kokusunu, eskiliğini anlamak. Bulunmazlığını aramak. Yalnızlığı bulmak. Zaten bir kez el atarsan, elini çekemezdin ki? Zaten bir kez el atarsan, bitirmeden edemezsin ki?
Ne var ki onca büyük “malı” ( bırakın biz kitapseverler, biz kitapsayarlar “mal” diyelim) bitiremezdin o gün.
Ancak yine de karıştırmadan, ne olduğunu anlamadan bırakamazsın.
Bu yazıya daha sonraları çok ilave olacak. Bundan çok eminim.
Ben şimdilik, o akşamın bilgileri üstüne bir şeyler yazabiliyorum ancak. “ Mal” devşirildikçe yazılacak çok şey çıkacak. Burada kullanmam gereken söz, bir başka hurdacının benim için ifade ettiği tanım olsa gerek: “ Haldun bey, sen çuvalın ciğerini söküyorsun, sen den sonra geriye satılacak kitap kalmıyor.” Demek istediği şuydu ki; sen seçip aldıktan sonra geriye ciğeri çıkarılmış insan gibi cansız, değersiz, sevimsiz, ruhsuz kitaplar kalıyor, değer etmiyor.
Doğru mu bilmem.
Muhtemeldir ki bu kitaplar hayata veda etmiş birinin kitaplarıdır. İlk ismi Ahmet ile başlamaktadır. İlginçtir; soyadının bitiminde “oğlu” eki de mevcuttur. 1911 doğumludur, henüz Balkan Harbi vücud bulmamış yani. Maliye Bakanlığı’nın emekli memurlarındandır. Muhasebat memurluğu, gelirler şefliği ve malmüdürlüğü yapmıştır.
Bu dönemine ait bir kitabı yayınlanmıştır. Yayınladığı bu kitabın 3 ayrı nüshası da kitaplar arasında bulunmaktadır.
İşin bu kısmı “Maliyeci Ahmet Bey” diye bilinen ve mezarının başında da bu ifadenin yer aldığı, Malmüdürlüklerinde uzun yıllar gelir şefliği yapan 1926 doğumlu merhum babamla bağlantılıdır.
Gelelim diğer ayrıntılara. Elime nerde ve nasıl geçtiğini bilemediğim, muhtemelen babamın kullandığı dönemden kalma, ortaokul sıralarından beri hep yakınımda olmuş basit, naylon bir bloknotluğun aynısını, aynı renklisini karşınızda görürseniz ne yaparsınız?
Peki, yıllarca takvim toplayan, takvim biriktiren biri olarak karşınıza birden bire 15–20 tane geçmiş yıllara ait tam takım duvar takvimi yaprakları çıkarsa ne olursunuz? Hem de özene bezene kâğıtlara sarılmış, kutulara yerleştirilmiş olarak. Hem de “ Sönmez Takvimi” de varsa. Hem de 1980’li yıllara ait olanları çoksa. Ya içlerinden, hiç haberim olmayan, varlığından bile bihaber olduğum “ 1965-Diyanet Namaz Vakitleri Takvimi” çıkarsa.
Hani bir söz vardır biz koleksiyoncular için, “ Koleksiyoncuların babası zamandır” diye. Zaman bilmediğim bir takvimi daha ortaya çıkardı, benim gibi iddialı bir takvim koleksiyoncusuna.
Daha devam…
Sandıktan çıkan kitapların arasında Alevi- Bektaşi kitaplarının çokluğu, özellikle de “Ahilik” kültürüne ait kitapların çokluğu benim bu konudaki hassasiyetimi mi teyit eder?
Ya çok bayıldığım 1950’li yılların resimli karton kapaklı Türk Yazarlarının romanlarının çokluğu! Nedir?
İlginç ama farklı yaşlardaki bu iki insan, aynı vakitlerde bir kadın şöhrete âşık olabilir mi? Ya da tutulabilir mi? Arkadaşlar bilir, diğer bir koleksiyon konum da Sibel Can kartpostallarıdır. Elimde onlarca kartpostalı vardır o hatunun. Hem de nasıl güzel kartlar. Peki, sandığın içinden kartpostallar değil de, Sibel Can’ın kapak olduğu magazin dergileri çıkarsa muhtelif yıllara ait. Nasıl da güzel oldu… Minnettarım. Koleksiyon zenginleşiyor, duyurulur.
Başka ne olabilir?
Peki ikimizin de Zilkade aylarında doğmuş olmamız bir şey ifade eder mi? Ben H. 1376 Zilkade ayı doğumluyken bu ( adamın) H.1328 Zilkade doğumlu oluşu!
Osmanlıca divanlar! Henüz vakit bulup da kimlerin divanı olduğuna bakamadığım divanlar. En çok biriktirmeyi düşündüğüm kitaplardan değil midir divanlar?
Şimdi daha ilginç şeyler söyleyeceğim.
Hayatım boyunca bana gelmiş bütün mektupları zarflarıyla birlikte toplamış, nereye taşındıysam yanımda sürüklemişimdir. Onlardan kopamamış, kopmamışımdır. Onlar benim mazime bağlılığım, mazime saygımdır. Atılacak idiyse ben atardım yıllar önce, sebeplerim çok iken..
Şimdi karşıma kendine gelen mektupları toplamış, üstelik de kendi yazdığı mektuplarının bile bir örneğini koymuş bir adam çıkınca, ayağa kalkmam gerekmiyor mu? Ne mektuplar yarabbi, tarih yeniden mi yazılacak?
Bu kadar benzerlik yetmez mi?
Aslında detaylarda benzerlikler çok… Sayılmayacak kadar. Ufak bir detay daha, siz hiç topuyla A4 fotokopi kâğıdı saklar mısınız bir yerlere. Saklayanlara güler misiniz? Ben hep sakladım, saklarım. Bu sandıkların birinden de bir top fotokopi kâğıdı, ilave olarak da bir top fotoğraf kartı çıkarsa! Şaşmaz mısınız?
Peki yıllardır sağa sola ” Ulus Zafer Abidesi”nin hikayesini yazıp duruyorum derim de, kaynakça taramalarım esnasında en ilgi çeken 1927 Aralık tarihli Hayat Dergisi’ne ulaşamamış olmam anlaşılır bir mazaret midir?Yaklaşık 5 yıldır bekliyordum. Peki bu sayı bütün kusursuzluğuyla ve tertemiz fotğraflarıyla şimdi sizin elinizde ise. Bu Dergi daha ilk bakıldığında adeta size gülümsüyor ise! Ne yapmalıyım?
Daha büyük bir ayrıntı daha var: Anlatmalıyım. Artık şaşmamak elde değil.Afallayıp durmamak da.
Bugünlerde herkes şahit ki Balkan Harbi ile ilgileniyor ve bu konuda birşeyler yapmaya çalışıyorum. Malumunuz 2012 Yılı Balkan Harbleri’nin başlangıcının 100’üncü yılıdır.Umuyorum ki bu yılda kültür ve edebiyat çevrelerimiz bu yıldönümüne ait çeşitli etkinliklerde bulunacaklardır.Hani bir ucundan da biz tutalım dedik. Konuyla ilgili eski bir kitabın Osmanlıcadan çevirisiyle meşgulüm. Yoğun bir şekilde de çalışıyorum. Kitabın ender bulunan bir nüshasının CD kayıtlarını (alabilmek için Boğaziçi’li öğrenciye ödediğim ücretlerin de yabana atılır yanı olmadığını da belirterek,) temin ettirdim.
Peki burada söylenmesi gereken nedir? Tam da bu aşamada bu sandığın içinden Balkan Harplerini anlatan 3 ayrı ve bulunmaz Osmanlıca baskılı kitabın çıkmış olmasına ne denir?
İsmail Hakkı Paşa’nın “Vatan Uğruna yahud Yıldız Mahkemesi” adlı kitabı, Raif Necdet’in [Kestelli]; Üful- Osmanlı İmparatorluğu’nun Batışı ( Edirne Savunması) ve Tüccarzade İbrahim Hilmi’nin ( Çığıraçan) Türkiye Uyan kitapları adeta bir pakete sarılmış gibi elime geçmez mi? Siz ne yapardınız?
Ne yapacağımı bilmiyorum. Ama hep dilemiştim. Hala da diliyorum.
Bu adam, ( bir nitelemedir ) bu büyük adam, gerçekten bir benzeşme örneğidir.Benzeşme, benzeme. Düşünüyorum da açılan bu sandık acep kimin sandığıdır.
Comments