top of page

Avrupa’da mücadelelerin sanatı: Heykel


İlk söz; heykeller, efsaneler yaratır.

İnsanoğlunun, azamet, büyüklük, kusursuzluk kavramları,saltanat ve sultanlar gerçeği ile ilk tanıştığı çağdır İlkçağ. İlkçağ Avrupa’sının en önemli kültür kaynağı, Yunan uygarlığıdır. Yunan sanatı mimarlıkta ve özellikle heykelde öylesine baş eserler yarattı ki, tüm Avrupa’nın bunlar karşısında etkilenmememsi olanaksızdı. Özellikle Rönesans’ ta ve Rönesans sanat ve kültüründe Yunan sanatının ayrı bir etkisi ve gücü oluşmuştur. Yunanlı sanatçılar Fidias’ın ve Praksitel’in eserleri, yüzyıllarca güzelliğin kanunlarını temsil etmişlerdir. Yunan sanatındaki bu soyluluk, ahenk ve denge kavramları, batı sanatındaki heykelciliğe, heykeltıraşlara olduğu kadar tüm sanatların ve sanatçıların yüzyıllarca baş ülküsü oldu. Yunan sanatının felsefesinde, “düşünce ve tartışma özgürlüğü”nün kendisine yer bulması, aynı zamanda yaratıcı olmalarının öncülüğünü de gerektirmiştir.


Ne var ki, bu çağın sanat eserleri ve sanatçıları önlerinde bir kabus olarak duracak gelen yılların azametine de karşı koyamamışlar hatta gelen “Orta Çağ”ın farkında bile olamamışlardır. Ortaçağ Avrupa’sında Roma Kilisesine bağlı memleketlerde meydana getirilmiş ve üslup olarak az-çok aynı anlayışta yapılmış eserlerin bütününe “Roman Sanatı” denmektedir.


Orta Çağ’ı, Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü olan M.S. 476 tarihi ile başlatıp, Doğu Roma İmparatorluğunun çöküşü olarak da değerlendirilen, İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınış tarihi olan 1453 yılları arasındaki yaklaşık 1000 yıllık bir dönem diye ele almak gerekir.Bu çağın ilk zamanlarında yasak edilen heykel, sonraları sütun başlıklarındaki bitki ve hayvan süslemelerinin yerini almaya başlamıştır.Çağı inanç ve tutkularıyla etkilemiş “iman sahipleri “nin dikkatini putlara çekmemek için eskiden sütun başlıkları bit ki ve bitkileştirilmiş hayvan figürleriyle süslenirdi.

Sonra sonra bunlara insan başları yahut hareket halinde insan vücutları konuldu.Bu heykeller elbette İlk Çağ heykellerine ve onların azametine benzemiyordu.Çünkü bu devirde heykellerin kendisi değil, görevi , görünürlüğü önemliydi.

Gotik sanat diye adlandırılan sanat ise, 12. yüzyıldan itibaren görülmekte olup, heykel kilise mimarlığına yardımcı bir unsur olarak görülmüş ve değerlendirilmiştir. Gotik heykel, kadetrallerdeki kapı yanlarında bulunan yuvalarda kendini göstermiş ve hemen de yayılmıştır. Bu heykeller, ilkin sadece din ile din sembol ve ayrıntılarıyla ilgiliydi. Yani İsa’yı, Meryem’i gösteren heykeller yapılıyordu. Sonra başkaları ve ölümlü insanlar da bu heykeller arasına karıştılar.Yani heykeller “insanlaşmaya” başlamıştı adeta.

Tek figürden çok figüre geçildi. Bu heykellerde hareket ve denge başlıca önemli unsurlardı. 13. yüzyılın sonlarına doğru heykellerin ölümlü insana benzemeye yöneldiği görüldü. Hala “insan” yapılamıyordu belki ama, Meryem Ana, kutsal bir kadın olduğu kadar sadece ve sadece daha bir “ana” olarak da canlandırılmak isteniyordu. Kısacası, yavaş yavaş insan yüzünün çizgi ve ifadeleri taklit edilmeğe başlanıyordu.

14. yüzyıl ile 16. yüzyılın sonlarına kadar uzanan dönem, batı Avrupalılar için yalnızca okyanusların ötesine uzanan keşifler zamanı değil, aynı zamanda, düşün, edebiyat ve sanat alanlarında önemli ilerlemelerin kaydedildiği bir zamandır; Rönesans’tır.

Kaynağını yalnızca “öteki dünyadan”, alan ve yalnızca “Tanrı ve dini hayatı”, temel yaşamın nedeni olarak gören Orta Çağa karşı bir başkaldırış olarak değerlendirilen Rönesans; aynı zaman da Eski Yunan sanatına dönmek, köklerini orada bulmak, dinsel konularda bile insanı merkez olarak almak, dünyayı, dünya gerçeklerini bu vizyondan değerlendirmek olarak görmüştür.

Sömürge ülkelerden gelen gelirlerle toplumda sağlanmış olan yüksek refah, sanatçılara yeni eserler, anıtlar, heykeller yapma kolaylığı sağlamıştır. Ayrıca, çağın ” iyilik melekleri” olan (mecene) ” mesen” adı verilen sanat koruyucularının varlığı, sanat için doğaldır ki, çok şevklendirici bir ortam da yaratmıştır.

Sanatta Rönesans, kendini İtalya’da “Floransa Ekolü” olarak göstermiş, kurucusuna da Masaccio( Masaçco) ile kavuşmuştur. İtalyan Rönesansını her bakaımdan gerçekleştiren ve yükselten üç büyük dev, hiç kuşkusuz, Leonardo Vinci, Michelangelo( Mikelanj) ve Raffaello (Rafael) dir.

Orta çağda dinin ağır basması yüzünden bağımsız bir eser ve sanat olarak gelişemeyen heykel, Floransada’da eski Yunan sanatının incelenmesi, araştırılması ve pekiştirilmesiyle ortaya çıktı. 15. yüzyıl Floransa’sının 3 önemli heykelcisi ki bunlar aslında doğacak olan sanatın da öncüleri ve müjdeleyicileri olan; Jacopo della Quercio, Lorenzo Ghiberti ve Donatello’tur.Ama heykelde İtalyan Rönesansının en büyük dehası, hiç kuşkusuz Mikelanj kalmış ve sayılmıştır.

Heykeltıraşlık Fransa’da önceleri İtalyan sanatının etkisi altındayken, sonlara doğru Fransız geleneğine dönmüş ve pek güzel eserler ortaya koymuştur.

İngiltere’de ise heykeltıraşlık, yalnızca süsleme sanatında kendini gösterebilmiştir.

Aynı dönemin Osmanlı coğrafyasına bakıldığında, batı resminden farklı dahi olsa Osmanlı kültüründe, bir resim sanatı hep ola gelmiştir. Ancak aynı düzeyde bir heykel sanatıyla karşılaşmak mümkün değildir.

Bu dönemde, heykelin bir sanat türü olarak – gelişmek şöyle dursun- doğduğunu bile göremiyoruz. Bu yönüyle, heykelcilik, geçmişle bağı en kopuk olan sanatımızdır. Bu bağın kopukluğunu en başta, heykelcilikle puta taparlığı karıştıran dinsel yorum sahipleri ve onların yasakları sağlamış.

Hüseyin Gezer’in anlatımıyla: ” İslamlığın kuruluş yıllarında insanların kalplerine asıl tanrı inacını yerleştirmek, ancak, orada daha önce taht kurmuş olan tanrıları kovmakla mümkün olacaktı. Bu amaçla, put heykeller lanetlendi, yok edilmesi gereken yapıtlar olarak ilan edildi. Ancak, akli bir din olan, zamanın gelişmesiyle ahkamda değişme olması gerektiğini öneren İslamiyet gibi gerçekçi ve ilerici bir din, zamanla bu hükmü değiştirebilirdi. Bu olmadı. Çünkü büyük liderler devresinin kapanmasıyla birlikte, bu akılcı kurum kendi felsefesinin üstün ilkelerini yitirmeğe, şekil içinde katılaşmağa yüz tuttu. Değil, çağa göre yenileşmek, hemen hemen her konuda değişmelere, yenileşmelere ilk karşı çıkan o oldu. Tutuculuğun bayrağını o çekti.”

Genelde İslam, özelde ise Osmanlı coğrafyasında, heykelde din adına karşı koyuş, örtülü olarak 19. yüzyıl sonlarına dek sürer. 1882 yılında” Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane” adı verilen “okul” kurulur ve heykel, resmi olarak öğretim programına girer. Ve böylece o tarihe değin heykeltıraş yetiştirilemez, heykel yapılmaz olan bir dönemin sonuna gelinir.Gelinir ama, Mimarlıkta bir Sinan’ı, yazıda bir Hafız Osman’ı, bir şeyh Hamdullah’ı, bir Karahisari’yi; minyatürde bir Levni’yi yetiştiren toplum, heykelsiz ve heykeltıraşsız kalmıştır. Belki,heykelde kim bilir ne sanatçılar yetiştirecekti!

Şimdilerde örneğini çok az bıraktığımız, eski mezartaşlarının gerek Arabi alfabeyle yazılmış bölümlerinin ve gerekse de baş kısımlarının süslemesindeki incelik ve ayrıntıya hiç şahit olmamış mı idiniz? Hayrete düşmemiş mi idiniz? Yolu kesilmiş olan yontucu, dehasını, mezartaşlarında heykelleştirmişti yüzyıllarca.Hem de dinsel yorum sahiplerinin yasaklarına rağmen.

Sanayi-i Nefise’nin kuruluşuyla öğretilmeye başlanan heykeltıraşlık, aynen resim dersleri gibi, sıradan öğreticilere bırakılır önce. Daha sonra, ilk Türk heykeltıraşları yetişmeye başlar. İhsan Özsoy, arkasından İsa Behzat.. Sırayı takip eden Mahir Tomruk ile Türk heykeltıraşlığı üstünde durulacak bir temsilciye kavuşur. Kavuşur kavuşmasına ama, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, kurucusunun ve zaferlerinin anıları bir taşta bir tunçta ebedileştirilmek istendiğinde yine de, dışarıdan heykeltıraşlar çağırmak zorunda kalınır.

İtalyan Pietro Canonica, Avusturyalı Heinrich Krippel, Josef Thorak ve Anton Hanak gelirler; İstanbul , Ankara, Konya, Samsun, Afyonkarahisar ve bazı kentlerdeki ilk Atatürk Anıtlarını onlar diker. O sanatçıların, siyasete bulaşmış sanat anlayışları yıllar sonra değişik ortamlarda tartışılır olsa bile, genç Cumhuriyetin sanat ve sanatçı anlayışı ya o devre yetişememiş, ya ses çıkartamamış ya da olan-bitenlerin yıllar sonra farkına varabilmiştir.

O dönemin ardından heykelde yeni Türk heykeltıraşları bir bir yetişmiştir zaten. Ratip Aşir Acudoğlu, Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman gibi. Batı’da büyük ustalar yanında çalışmış, ileri görüşlü, çağdaş estetiği kavramış, görsel sanatın yalnızca doğayı kopya etmek demek olmadığını anlamış sanatçılardır bunlar.Cumhuriyetin genç heykel sanatının öncüleri de onlar olur.

Güzel Sanatlar Akademisi’nin 1936’dan sonra yeniden düzenlenmesiyle batı’dan çağrılan büyük ustalar arasında gelen ünlü Alman heykeltıraşı Rudolf Belling, heykel bölümüne yeni bir can katar. Bugün Türk heykel sanatının başlıca temsilcileri olan Hüseyin Özkan, Yavuz Görey, Şadi Çalık, Hüseyin Gezer, Hakkı Atamulu, Zerrin Bölükbaşı, Turgut Pura, Hakkı Karayiğitoğlu, Sadi Öziş gibi sanatçılar onun öğrencileri olmuşlardır. Gençliklerinde, doğal olarak hocalarının etkisini taşıyan bu sanatçılarımız, daha sonra kişiliklerini bulmuş, övülmeğe değer eserlerle, yurdun çeşitli köşelerini süslemişlerdir.

Ve ardından gelen,” Yeni Türk heykeltıraşlığı” diyerek de adlandırılan bir dönemin temsilcileri; Kuzgun Acar, Aloş Germaner, Semahat Acuner, Gürdal Duğay,Tamer Başoğlu, Mehmet Aksoy gibi sanatçılardır. Saim Buğay, Metin Haseki, Ferit Özsen, Lerzan Bengisu, Günseli Arzu, Haluk Tezonar’ da akan ışıltılı bir derenin suları gibidirler.

Dere yatağı sorulacak olur ise; verilecek cevapta, hem sanatçıları hem de akan derenin varlığından habersiz insanımızı bir arada görmek gerekiyor.

Atatürk ve Kurtuluş Savaşıyla, devrimlerle ilgili pek çok eser, pek çok heykel bugün illerimizde, ilçelerimizde yer almaktadır. Bunlara bir çok sanatçımızın heykelleri, büstleri de eklenmiştir. Böyle olduğu halde, kendi insanımızın bu eserlerle ilgilenmemesi, bunların tadına varması sağlanamamıştır. Bunun kusuru yalnızca halkın sanat eğitimindeki eksikliğine bağlamak yanlış olur. Heykel sanatımızın henüz genç bir sanat olmasının, yönünü daha belirleyememiş bulunmasının da payı olsa gerek. Son söz; efsaneleri olan milletlerin, resimleri de olur, şiirleri de, heykelleri de..

bottom of page