top of page

15 Haziran 1957 / 17 Zilkade 1376 Bugün benim doğum günüm


Yaklaşık 12 ya da 13 yıldır doğum günlerimde yanımda bulunanlara daha önceden yazıp hazırladığım yazıları dağıtıyorum. Genellikle Öğretmen Okulu anılarına yer verdiğim bu 3-4 sayfalık yazılar, o anda aynı esnada okunur, ben de böbür böbür böbürlenirim. “Dünyanın en çok okunan yazarı şu anda benim” diye.

 Zaten bir bestseller yazamadık gitti vallahi.  Oysa en azından Amerika’da bile okuyacak en azından bir okurumuz var iken.

 Zaman değişiyor ya, artık bu yıldan itibaren galiba sanal ortamda dağıtacağım yazılarımı. Teknolojiye ayak uydurmak gerek. Ancak ne yazık ki, bana büyük bir haz veren ” aynı anda en azından 8-9 kişi tarafından okunma anı”  artık gerçekleşmeyecek. Ne yapalım. Kader. Teknoloji kaderi.

Bu yıldan itibaren Öğretmen Okulu anılarıma da ara vereceğim. Biraz daha bizden bahseden yazılar olacak. Yani çağa yaklaşacağız anlayacağınız. Zamanla da sizlerle olan anılarıma yer vermeye başlayacağım.

 Bu yazının konusu fakirlik, yılı 1990 öncesi!

YİNE BİR ANI.

Her şey insanın kendisini anlatmasıyla başladı. Gün o gün döndü. Hep başkasını anlatan yazılar ve sözler sonrası, ne zaman ki insan kendisini anlattı, devran döndü. Tarih hep başkalarını anlattı aslında, kendimizi anlatanlar ise anılarımızdı. Yalansız dolansız, biraz özensiz ama sıcacık anılar.

Ama aslında kendimiz anlatırken, zamanımızı da anlatmadık mı? Ya da yanımızdakini? Çevreyi anlatmadık mı? Dönemin yaşayışını, tarzını? Aslında onları anlattık bakmayın siz.

Şimdi bir anı var sırada.  Dümdüz bir an bu.  Ancak anlatılmak istenenler ise bambaşka, yani içindeki çevre, dönem, tarz, usul ve biçim. Bulan bulana.

Buyurun:

Yıl 1990 öncesi. Yani henüz 30’lu yılların başındayız anlaşılan. Ne kadar gençmişim ya! Gazi Mahallesi’nde oturuyoruz. Bir bahar günü, ya da yağışın yakarışın olmadığı bir mevsim.  Öğleden sonrası gibi zamanın içinde. Muhakkak ki bir tatil günü. Hafta sonu tatili de olabilir, Milli Bayram Günleri de.

Elbette sebepleri var hepsinin.

Gazi Mahalleli olmanın bir lütfu mu idi,  yoksa Basın Kartı taşımış olmanın bir faydası mı idi bilinmez, o zamanların bilindik ve gidildik (!)  alışveriş merkezlerinden Ordu Pazarlarına aşina idik. Tandoğan Ordu Pazarı.

Doğrusu bana fazla büyük ve çok çeşitli yer gibi gelirdi orası. Hele peynirleri!

 En alt katındaki ev eşyaları ve zücaciye ürünleri ise pek bilinmedik geldiğinden ilgimi de çekerdi hani. Çoğu ürünü ilk orada görmüş olabilirim. Şimdilerin pek rağbetteki bir sürü kullanılan eşyasını, o zamanlar camekânlı vitrinlerde ilk görmek gerçekten şaşırtıcıydı. Şu an ” aha işte şunu da gördüm” diyemem belki ama cep telefonunun, ilk orada görülmüş bir sabıkası var gibi.

Tandoğan Ordu Pazarı: Bir tatil günü, saat 16.00’dan sonra bir vakit.

Zamanın en istenir ve özenilir davranışlarından birine ayak uyduruyoruz. Ailecek haftalık  ( belki aylık) alışverişimizi yapmak üzere buradayız. Hamide ve elbette Ahmet Birim ile birlikte. Anlaşılan o gün Ahmet Birim hasta değil, bize acımış!

 Koca marketin keyfini o çıkartıyor, bir aşağıda bir yukarıda biz de peşinde. Malumunuz yürüyen merdiven kolaylığı var. Biz ise biraz ihtiyaçlar kadar, biraz rafların ihtişamına kapılarak biraz da havaya aldanarak bir şeyler almanın tadını yaşıyoruz. Mutluyuz. “Daha ne olsun ki”, diyeceğiz belki de.

 Alışveriş sepeti bazen de Ahmet Birim’e araba işlevi yarayarak hep önümüzde. Biz mutlulukları ardımıza koymayız ki zaten. Onlar hep öndedir. Hatta gözümüzün bile önünde.

  Sepet tek tek doluyor, biz doyuyoruz. Sepet yürüyor, mutluluk içimizi sarıyor. O gün adeta alışveriş sepetiyiz biz. Henüz hiçbiri bizim değilken, o kadar sahipleniyoruz ki! Neyin özlemi bu, bilmiyorum. Bildiğim; sepet önde biz ardında yürüyoruz. Aslında ne yürüyen biziz, ne de zaman zaman duran. Yükleme yapacak taşıtlar misali, rafların önünde durup bizi yönlendiriyor  bir şey. ” Alın” der gibi. Alın, yükleyin.

 Bir tek şey dışında neleri taşıdığını, neleri aldırdığını bize bilmiyorum sepetin. Tahminim odur ki; bol bol süt, margarin, belki kıyma ve bakliyattır herhalde. Ama biri var ki onu ben aldım. En küçük şişesinde hazır kahve;  illaki nestle kahve. Neskafe.

 Kentli bir baba olmanın gereği gibi gelir di bana o kahve. Biraz entelektüel bir baba karakteriydi benim için herhalde. Biraz da eve gelen konuklara başka bir seçenek sunmanın ilk adımı da olabilir. Yemekten sonra içerdim sanırım, akşamları. Kentli olmanın bir sefasıydı diye düşünüyorum. Daha sonraki yıllarda her akşam bir duble olsun içeyim diye alınan viski hoyratlığı vardı onun da üstünde. Sanırım kentli bir baba olma ritüeli bana 2-3 yıl yetmişti.

 Viskili ritüel ise belki viskinin alındığı ilk akşam gerçekleşti, bir daha hiç yaşanmadı. Yaklaşık 15-16 yıldır değil evde hiçbir yerde neskafe içmemenin, viskinin ise buna benzer bir süredir kullanılmamış olmasının kent kimliğime nasıl bir çare olduğunu düşünemiyorum.

 Evet, hatırladığım satın alınan tek ürün; neskafe. Kentlilik adına. Ama en küçük şişesinde. Kentli olmak, ama paran kadar misali.

 Her halde mutluluğumuz doyum noktasına ulaşmış olmalı ki, gitmenin zamanının geldiği hatırlandı. Kim hatırlattı o da bilinmez. Belli ki mutluyduk! Doymuştuk.

 Kasalara yüründü. O kadar çok kasa vardı ki. Üstelik insanlar kasalara girmek için can atıyordu. Her halde mutluluk orada tavan yapacaktı. Ya da kasadan geçince ikinci bir mutluluk yaşanacaktı. Haydi, kıran kırana demeyelim ama kendisine ulaşmak için bayağı yarışılır bir yerdi oralar.

 Kasanın önünde sırada yer bulabildik önce. Kasa önleri tam bir temaşa alanıydı, bağırışlar çığırışlar, koşuşturmalar, seslenmeler. Üst baş düzeltmeler, makyaj yenilemeler. Hepimiz az sonra kalkacak hava otobüsüne binecek insanlar gibiydik adeta. Geri dönüşü olmayan bir yola çıkan ve ayrıldıkları yerde bir şey unutmak istemeyen insanlar gibi.

 Sepetler yine önlerimizdeydi. Gözümüzün önünde. Göz atıyorduk aldıklarımıza. Önce aldıklarımızı arıyordu gözlerimiz, sonra da unuttuklarımızı. Ne kadar çok şey di bunlar. Ne kadar çok mutlu olurduk kim bilir? Arada sırada önümüzdekilerin ya da arkamızdakilerin sepetlerine bakmak da vardı işin içinde. Bu işi en çok yapan da bizlerdik ailecek. Ya da diğerleri daha “kentli bir bakış” sergiliyorlardı. Usturuplu, sessiz, fark ettirmeden.

 Bizim kendi sepetimize göz atmamızın bir sebebi de, sanırım yine sınıflandırılması yapılmamış bir tarz ile mali tutarını tahmine de yönelikti. Elbette her mutluluğun bir bedeli olmalıydı. Ama her bedelin de ödene bilinen ya da ödenmesi gereken bir parası. Sanırım kendi sepetimizden çok, kendi cüzdanımıza göz atıyorduk. Bilmiyorum, yeterince usturuplu, sessiz ve fark ettirmeden durabiliyor muyduk?

 Hemen önümüzdeki insanların telaşı artınca anladık ki sıra onlardaydı. Az kalmıştı artık, hava otobüsüne gelmiştik!Ancak burada başka bir kusurumuz ortaya çıkmıştı. Yeterince dikkatimizi toplayamıyorduk besbelli. Ne kadar dolu bir sepetti bu. Ne kadar çok sarkıyordu içinden. Ne kadar çok şey vardı böyle. Yeşilli sarılı ambalajlar içindeydi bir sürü şey. Şaşırdık. Demek ki, bu kadar satın alınmaya market bitmiyordu! Ya da yeniyordu her şey!

 Hamideyle bakıştık. O dudak büktü, başını yana çevirerek, ben elimi her zamanki gibi dudaklarımın üstüne sardırdım.

Artık sepetin içindekiler gözümüzün önünde serencamda bulunuyorlardı tek tek. Bandın üstündeki yerlerini alıp son bir kez veda ediyorlardı sanki. Kayarak gidiyorlardı gözümüzün önünden. Onlar yıldızdılar. Onlar yaldızlıydılar, onlar paraydılar.

Uzun bir süre geçti, biz de tek tek hepsini izledik Allah aşkına. İçlerinde bilmediklerimiz de vardı, görmediklerimiz de. Tarih öncesi gibi geliyor bana ama değil. Yıl ya 1986 ya da 1987 işte en fazla.

Sonra öteki tarafta çoluk çocuk, herkes poşetlere atmaya başladı bunları. Acımadılar. Artık onların olmuştu ya!

Attılar attılar. Doldurdular.

Sonra o mutlu adam kasiyerin bir sözü üzerine elini cebine attı. Cüzdanını çıkardı, içlerinden ayırarak tam 4 tane 10.000.000 Lirayı kasiyere verdi. Üstelik yan cebinden de bir miktar bozukluk ilave ederek. O adam, 40 Milyon Lira verdi yani kâğıttan.

Önce gözlerimiz dondu. Donduk kaldık.

Nasıl bir şeydi bu?

Tarih, yaşanan zaman kaydını illaki her defasında hatırlatarak olayları dizmek ve yorumlamak işidir bence. Onun için ikide bir zaman kaydına dikkat çekmeye çalışıyorum. Yıl 1990 öncesi arkadaş, unutma!

 İşte öyle bir şeydi.

O adam, onca parayı koydu gitti vallahi. Gözüm paradaydı belki ama asıl baktığım adamın yüzüydü, boyuydu, yürüyüşüydü. Giyimi, kuşamı, ayakkabısıydı.

Nasıl ki para aklımda, yüzü de boyu da aklımda. Giyimi, kuşamı da. Zaten bunlar özdeşleşmemişler miydi? Adam, para değil miydi? İnanın, çiz deseler, çizerim adamın portresini şimdi. Bul deseler elimle koymuş gibi bulurum yerini. Öylesine aşinayım yani.

Bizi soruyorsanız biz hala donduğumuz kaldığımız yerdeyiz Hamideyle. Çözülme bahasına bir miktar para harcamamız gerekiyordu, harcadık da. O gün biz, o kocaman sepete,  bir aylık alışverişimize yaklaşık 5.000.000 Lira harcadık dı. Nasıl paraydı?

Hatırlıyor musun Hamide, marketten çıktıktan sonra 3 Numaralı Otobüse binmek için de nasıl koştur koşturmuştuk elimizdekilerle.

Ama bir dakika, 3 Numaralı Belediye Otobüsü hafta sonları çalışmazdı ki? E, o zaman nerden çıktı bu hafta sonu alışverişi falan? Bayram günleri çalışır mıydı peki? ,

Sonuç:

Yıl 1990

 Ev taşınacak, Gazi Mahallesinden Ayrancı’ya gelinecek. Hamide ikinci kez hamile kalacak, para pul derdimiz daha rahat olacak, “süt şişelerini biriktirip, parasız süt almanın keyfi” artık aranmayacak. Birçok sorun kendiliğinden hallolacak, üst baş almaya daha çok vaktimiz olacak. Üstelik alışveriş keyfi diye bir şey girecek hayatımıza. Hamide ile el ele vitrin vitrin bakınacağız, büyük marketlerin tadını paramızla çıkaracağız. Gazi Mahallesi’nin sakini olarak uğradığımız Ordu Pazarı Marketlerinde bir pazar sepeti dolusu gıdaya gözümüzün önünde ödenen zamanın parasıyla 40.000.000 Liranın büyüklüğüne gösterdiğimiz şaşkınlığı ve de hayreti ve de belki de kıskançlığı, sonradan Çankaya’nın muhtelif marketlerinde nasıl telafi ettiğimizi yaşayacağız.

 Öyle rahat yıl ki, Ahmet okul hayatını başlatacak, üstelik ikinci çocuğa, “kardeşine” de ağabeylik yapacak. Ve hayata başka bir ortak daha girecek Andaç’dan önce.  Yıl 1990, aldığım araba 1976 model bir Murat Fiat.

 Sapsarı.

Söz; gelecek senenin yazısını, “yemyeşil” diye bitireceğim. (!)

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yaş 60 oldu!

Yaşlandım ben dedikçe; “sus konuşma diyor” eşim-dostum. Ama bilmiyorlar yaşlandım! Ben sussam, yaş susmuyor ki! Yaş, durmuyor ki! Bilmiyorum ne demeli? Ne demeli hayatın bu amansız akıp gidişine! Reh

bottom of page