Meğer ne kadar çok şey yaşanırmış hayatta ! Ya da hayat bir anı, veya her anı da bir hayatmış. Bilmek mümkün değil aslında, şu yaşanan her şey hayat mıdır, yoksa her şey anı mıdır?
Asla okunmaz ve anlaşılmaz şeyler yazmak veya tekrarlamak değil amacım. Lakin yine bir anımı yazmaya fırsat yaratmaya çalışmaktayım. Bir fırsat olmalı ki, “15 Haziran Yazıları”na yer açmalıyım. Öyle değil mi?
****
Herkese “ çocuk ” dendiği yaştaydım. Çocuktum besbelli. Çocuk olmanın üstü başı olmalıydı üzerimde. Bir de, herkese göre daha küçük göstermenin kötü avantajı olunca üstümde, harbiden ve herkesten çok, “çocuktum”.
Yaz ayı idi. Malumunuz insanlar yazın daha küçük görünürler, daha genç olurlar. Acaba o aylarda bizi küçük gösteren , olabildiğince az giyinmemiz, biraz daha herşeyden yalnız olmamız mıdır bilmiyorum.
Ama sahil kentlerinde, deniz kenarlarında insanlar hep niye gençtir ki? Söyleyin niye gençtir?
Ya da, bizim nesil niye hep “ çocuk” tur?
Çocuktum İzmir’de. Bir yaz tatiliydi. Sıcak,nem ve müzik içiçeydi.
Hala ne zaman bir latin müziği veya hoş bir enstrümantel bir müzik duysam, kendimi o zamanlarda bulurum. O zamanlar çocukluğumdur. Hala İzmir benim için müziktir bu yönüyle. Mis gibi müzik kokar İzmir bana.
Niye bilmiyorum? Niye o şarkılara tutulmuştum !
Bir gitar uzatır melodilerini denize doğru, akşam rüzgarı kurtarır bu ıslanmış notaları. Bir kadın sesi ıslık çalar, piyanonun son tuşu vurur hep üzerimde. Esir alır bu vuruş, hapseder. Alır, gider.
Oysa çocuktum, nerden bilecektim?
Sokaklarda amansızca çalan müziğe takılmış yürüyordum. Herşey ne kadar sakin ve ne kadar temizdi. Deniz kokusu gelirdi ardımızdan. Sesi her yerde duyulası değildi bu denizin, ama kokusu her yerdeydi. Üstteydi, baştaydı. Tendeydi.
Çocuk olmayı seviyordum ben İzmir’de.
O gün, Kemeraltı son durağım idi herhalde. Oradan bir ihtimal otobüse binip, Kirizman’a gidecektim.Yaz tatilimi geçirdiğim amcamın evine doğru yollanacaktım.
Yol, alışıldık kalabalığında. Her yer hareket içinde. Akşam üstü, güneşin, denizden denizden vurduğu anlar.
– Hey çocuk, diye seslendi biri.
Önce ben geriye dönüp baktım. Öyle ya bu kalabalıkta çocuk olan sadece bendim.
Bir kız sesiydi bu. Aşina gelen yanları da vardı sanki. Biraz tanıdık, biraz ürkek, biraz komik. Biraz bizden, biraz heyecanlı, biraz korkak.
Dediğine, diyeceğine pişman eden bir korku. “ Hey çocuk” demek korkutmuştu onu besbelli, seslenmek değil. Titremişti sesi. Sanırım vazgeçme imkanı olsa, demeyecekti. “ Hey çocuk” dememeliydi yalnızca. “ Hey çocuk !”
Ama demişti işte, yıllarca aynı sınıflarda okumuş, aynı kümelerde oturmuş bir arkadaşına ” hey çocuk” diye seslenmişti. Ne var?
Çok sık kullandığı bir kelimeydi aslında bu onun. Henüz 7-8 yaşındaki bir kız çocuğunun jargonu olmuştu bu seslenme o yıllarda. Alışmıştı bütün sınıf onun bu söylemine. Hatta bütün okul. Üstelik yakışırdı da, kendisine.
Yakışıyordu güzelliğine, çalışkanlığına, zekiliğine, hepimizden çok çabuk olgunlaşmışlığına. Yaşıtımızdı yaşıtlığına ama farklı bir tavrı vardı hep. Her zaman daha bilgiç, daha oturmuş, daha büyümüş bir havası vardı . Bu hava, onun güzelliği ve çalışkanlığı ile de harmanlanınca, ortaya bambaşka bir silüet çıkıyordu; melek.
Adı gibiydi her şeyi; Huri’nin.
O bizim her daim sınıf başkanımızdı, o biz erkeklerin hayali sevgilisiydi. O, diğer kızların öncüsüydü. Saçlar onun saçı gibi taranır, topuzlara onun saçı gibi renk renk kurdelalar takılırdı. Onun taktığı toka aranır bulunurdu. Önlüklerin eteği onunki gibi kısaltılır ya da uzatılırdı.
Boşuna mıydı bütün sınıftaki kızların, önlüklerinin üst yaka ceblerindeki bembeyaz mendillerinin hikayesi. Başka hangi sınıfın kızlarında var dı ki?
Evet belki çok kızın, kar gibi beyaz rugan ayakkabıları olmazdı pekala ama, onun sandaletine benzeyen ayaklar, kar gibi beyaz çoraplar giyemez miydi! Her zaman!
Huri’nin etrafında dönerdi teneffüsler, beden eğitimi dersleri ve bayram etkinlikleri. Hep onun çemberindeydik. Biz erkekler biraz dış çemberde, kızlar ise hep çemberin göbeğinde. Ona yakın olmak için yarışırdık birbirimizle. O’nu kıskanamazdık da, yakınında olanları kıskanırdık. Dövesimiz gelirdi onları, ama çocuktuk.
Aynı kümede olmanın , aynı sıraları paylaşmanın mutluluğu yetmezdi hiçbirimize. Paylaşamazdık. Kendisini paylaşamadığımızdan, en yakın kız arkadaşlarını paylaşırdık çocukca. Sonra onun da bir şey ifade etmediğini, bize yetmediğini anladığımızda, yıkılırdık.
Çocuktuk.
Çocukca işler yapardık, sırf ona daha yakın olmak için.
En güzel kalemleri alırdık. En güzel silgiler bizim olurdu. Yepyeni defterlere yazardık yazılarımızı. Önce onun adını yazar, sonra görülmesin diye karalar, karalardık. Ama o sayfayı da asla yırtmaz, bir sevgi nişanesi gibi defterimizin içinde saklardık.
Daha neler; en temiz önlük yakalarıydı boynumuzdaki. Yetmezdi, sırf adını yazmak için kara kalemlerle şiirler döşenirdik, çocukca. Gökyüzündeki Hurileri anlatan şiirler.
Ah! derdik niçin adı, “Annabel” olmazdı ki?
Çocuktuk. Onun için ezberlerdik Annabel Lee’yi.
“Seneler seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiç bir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.
O çocuk, ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi.”
***
“ Hey çocuk” diye seslenen oydu işte!
Aradan epey bir zaman geçmişti ama, yine “çocuk” demişti.
İlkokul bittiğinde bizim kasabadan ayrılmışlar, İzmir’e yerleşmişlerdi. Neredeyse üzerinden bir ilk okul hayatımız kadar daha zaman geçmişti. Ancak yıllar, onun yerine başka heyacanlar ve maceralar yerleştirmiş, bizleri bunlarla oyalamıştı. Belki kapağı değil ama sayfaları çoktan kapatılmış bir hikaye idi, geride kalan.
O melek, şimdi karşımdaydı. Cesaretliydi. Bize yıllar önce ,küçücük kasabada, zarifliğin, nezaketin hasını yaşatan o kız, şimdi bir abide gibi karşımdaydı.
Ezildim.
Korktum. Çekinerek yanına gittim. Merhabalaştık. Hal ve hatırımı sordu. Güldü, gülümsedi. Ama nedense ben hiç konuşamadım.Gülemedim, gülümsüyemedim. Dondum kaldım. Neden bilinmez biçare öyle kaldım.
İzmir’de, o deniz ülkesinde, her yerde sevdiğim müzikler çalarken, o yaz sıcağının altında ben donup kalmıştım.Dilim tutulmuş, nutkum bağlanmıştı. Olmadı! Olmadı ama ne yapalım, ben çocuktum.
Sonra, iki kız arkadaşı o dükkandan işlerini bitirmiş olmalılar ki, “Haydi Huri!” diye koluna girip, alıp gittiler o’nu. El üstünde taşıdılar. Geriye dönüp bakmadılar.
“ Götürdüler el üstünde,
Koyup gittiler beni.”
“ Hoşcakal !” kaldı, geride bende. “ Hoşcakal.”
Ve uzaktan o beni deli eden müziğin sesi geliyordu. Asla benim sesim değil, ama benim duygularımdı duyduklarım. Yıllar sonra Türkçe sözlerini öğrenmiş olsam bile, o benimdi.
“Eğer uzağa gidersen
Bu yaz günü
O zaman güneş uzakta
Bütün kuşlar uçuyor
Bu yaz gökyüzünde
Bizim yeni aşk ne zamandı?
Ve kalplerimiz yüceydi
Ne zaman gençtin?
Ve geceler uzundu?
Ve ay hala aynıydı?
Gece için kuşun şarkısı”
*****
Bugün 55 yaşındayım. Yaklaşık 40 yıl evvel 14-15 yaşlarında ve tahminim ki, yine bir Haziran ayında yaşadığım bir anıydı, aklıma gelen. Her şey çok geride kaldı şimdi, çok! Çok Haziranlar geride kaldı.
Orada iki kelime edemeyişimin, onun bütün zerafetine ve güzelliğine bir karşılık veremeyişimin iç sızıdır bu. Pişmanlığımdır. Çocukluğuma kızışım, kendi kendime haykırışımdır.
Hiç büyümeyen içimdeki çocukluğuma bir sezernişimdir.Olmadı, seslenişim, bağırışım, kaçışımdır.
Comments