Bir fotoğrafı anlatmak, bir dünyayı anlatmak gibidir. O küçücük fotoğraf öyle büyür ki anlatılırken, dünyalara sığmaz.Hele siyah- beyaz eski tarihlere ait bir fotoğraf ise o; anlatmak zor iştir, zor zanaattir.
Virgülü yerinde konmayan cümlelerin karmaşasına döner, ufacık bir gölgeyi bile unutmak. Işığı bilmemek, tebessümü görmemek. Yalın ayak dolaşan bir çocuğun ızdırabını hissetmemek. Kız çocuğunun başındaki kurdelayı anlatmamak, noktalı virgülün devamı gibidir. Küçük başlamaktır hayata.
Ya o yaşlılar, ya o kadınlar, ya kucaktaki bebeler? Ellerdeki ağaç dallarından yapılmış bastonların nezaketi! Bastonu olmayan dedelerin sefaleti!
Saçı örgülü kızların yalnızlığı, ellerdeki tesbihin yalnızlığı,başlardaki kasketlerin yalnızlığı, yüzlerdeki ak sakalların yalnızlığı. Koca bir yalnızlığı görmemektir, fotoğrafı anlamamak.
Bir fotoğrafa bakmak, kucağındaki bebeğe bakmak gibidir. Yüzünün gerilmesinden, açlığını,susuzluğunu bilmek gibi bir şey.Zamanında emzirmek gibi.Ufacık yüzünde binlerce yüzler görmek gibi. O yüzü, dayıya olmadı halaya benzetmeye eş değer, siyah beyazın kareleri.
Duvardaki en küçük girintiyi görmek, silinmiş bir yazının izini sürmek gibi, fotoğrafı anlamak. Hele bir de anlatmak. Renklerden, seslerden, kokulardan dönemini anlamak, tarihini bilmek, miladını koymak fotoğrafın.İşin zoru da bu zaten; o renksiz resimlerde, kokuyu, sesi ve rengi aramak! Dahası, bulmak.
Comments