top of page

Kırk dört yıl önce, 44 yaşında kaybettiğimiz babamıza.


Bugün 17 Mart 2014 : Kırk dört yıl önce, 44 yaşında kaybettiğimiz babamızı özlemle anıyoruz.

Yıllar sonra ne demeli, ne yapmalıyım. Nereden başlamalıyım?

Hayatta beraber soluduğumuz zamanlardan bahsetmeliyim değil mi? Beraber olduğumuz, beraber yaşadığımız günlerden. Beraber soluklandığımız, anlardan, o  demlerden..

Ta baştan! Hani biz çocuklarının doğduğu ilk günlerden. Bir yılın şubat ayının o günü, bir başka yılın haziran sıcağındaki o gün ve yine bir başka yılın da nisan ayının ortaları gibi mesela. En mutlu günlerindir sanırım. En sevinçli, en coşkulu anların.  En delikanlı olduğun günler besbelli. En baba olduğun günler. Ne yapacağını bilemediğin günler. Sevincinden bir kat daha özenle giyindiğin, kuşandığın günler. Bağırıp, çağırdığın günler. Gelincik üzerine Gelincik Sigaralarını peş peşe yaktığın günler. Sana çok yakışan bembeyaz gömleklerin içinde olduğun o günler. Yakası dik, sakız gibi temiz gömleklerin içinde olduğun günler. Kravatını sağa sola savurduğun günler. İşte yıl 1955, sonra 1957 ve nihayetinde 1960. İşte o günler.

Ne yazık, hiç yok ki o günlerin fotoğrafları. Keyfinin belgelendiği o fotoğraflarından hiç yok!

Sen kayıtlı fotoğrafların adamısın. Şöyle sere serpe görmedik seni, göremedik. Haykırdığın resmedilmemiş ki hiç, ne yapayım? Mutluluğun fotoğrafı da yok ki sende. Olmamış, nasıl yanmayım?

Sonra… Biz üç erkek kardeşin,  sünnet merasimi. Canlarının… Gerçekten merasim. Yıl 1965.  Ağustos ayı. Birkaç fotoğrafın var çok şükür. O yaz ayına yakışır kıyafetinin içindesin. Farklı yerlerden, farklı diyarlardan çıkıp gelmiş gibisin. Dimdik ayaktasın. Kolların çocuklarına uzanmış. Yüreğini isteseler vereceksin. Yüreğin zaten taşmış belli, bıraksalar yine haykıracaksın. Yağızsın. Delikanlısın.

Ve yine farklı yıllarda başladığımız okul maceralarımızın hatıraları arasındasın.  Hani senin bizzat elimizden tutup götürdüğün, Ziya Gökalp İlk Okulunun o ilk açılış günleri. Yine farklı yılların Eylül ayları ortaları gibi. Eylül’ler. Farklı yılların Eylüllerinden farklı hazlar almış olmalısın. İlk gidişin farklı olmalı. Ne demeli yine bir fotoğraf yok geriye. Ne biz okul hatırası diye saklayabilmişiz, ne de senin sevincini görmüşüz.

Belli ki kendi heyecanlarımızdan, senin o gününü hiç saklayamamışız hayatta. Barındıramamışız.

Sonra, Öğretmen Okulu serüvenlerimiz başlamış seninle. İlk önce 1967 yılının yine Eylül ayında elinden tutup götürmüş olmalısın ağabeyimizi. Hani biraz elini vermek istemese de, nazlansa da. Çekinse de.

Sonra da 1969 yılının Eylül’ünde ben elinden asılıp gitmiş olmalıyım. Senin, çocuklarının gitmesini çok istediğin o okula. Bizler için gelecek gördüğün,  ya da öğretmen olmamızı istediğin okula.

Eylül’ler bizim senin ellerinden tutup okullara gidişimiz olmuş, bir eksiğimizle. Yıllar sonra ise kardeşim kendi eliyle gelmiş olmalı o yuvaya mahzun. Yalnız ve zayıf.

Ve sene 70.

İşte sonra başladı bizler için hayat. Bir çocuğun hayatı.  Bir erkeğin hayatı. Bir adamın hayatı. Üç hayat.

Mezuniyetler yaşadık tek tek senin elimizden tutup götürdüğün okulda.  Henüz 18 yaşında öğretmen olup, mesleğini, ekmeğini kazanan oldu içimizde. Sevinç, mutluluk ve hüzün iç içeydi.

Ama sen yoktun.

Okumak için başka yollar daha aradık kendimize. Dağıldık dört bir yana. Birimiz İstanbul’da, birimiz Ankara’da birimiz İzmir’de hayat bulmaya çalıştık. Hizmet etmenin, adam olmanın farklı yollarını seçtik kendimize. Yıllarca çabaladık. Yıllarca didindik.

Hiç birinde olmadın.

Yeni hedefler, çabalar süsledi hayatımızı, farklı zaman dilimlerinde. Yeni okullarda. Bir meslek derken ikincilere sahiplendik. Başka kentlerin insanı olduk ister istemez. Ve yeni mezuniyetler. Renkli cüppeler içinde yol yürüdük, kepleri fırlattık havalara. Bağırdık çılgınca, sesimizin sonuna kadar.

Hiç birini duymadın.

Sonra askerliklerimiz düşürdü bizi farklı yollara. Burdur, Isparta, Erzincan ve Denizli yollarımız oldu. Zayıf eller yolcu etti bizleri.   Zayıf eller uğurladı. Sessizce çıkıp gittik baba ocağından akşamüzerleri.

Hiç birine gelmedin.

Kısa gecelerin yalnızlığı, bazılarımıza çok uzun gecelere dönüşse de, silah tutan elleri bıraktık geriye. Yemin ettik, asker olduk, vatana nefer olduk.

Hiç birinde yoktun.

Sonra “terhis” dediler adına, kimimiz 3 ayda gönderili verdik,  kimimiz uzattıkça uzattık şanssızca.  Toplandık yine dört bir yandan baba ocağına.

Karşılayanlardan değildin.

Yeni kapılar açıldı önlerimize.  İşe başladık, her birimiz. Mesken tuttuk işyerlerimizi, mühendis olarak, gazeteci olarak, öğretmen olarak. Makine seslerine kulak kabarttık, matbaa kokularına karıştık, çok sevdiğin sazı dinledik usta ellerde.

Duymadın. Hiç birinde yoktun.

Hayatın bu devresinden sonra gözyaşlarımız geri geldi, apansız. En azından birimizin. Niye bilmiyorum?

Sonraları sevdalandık birilerine, içimizde büyüttük sevgilerini. Yol arkadaşı seçtik birer birer. Söz nişan, nikâh, düğün derken, yeni evler açtık senin adına. Kalabalıklar vardı ama sen yoktun. Gözyaşı dökenimiz çoktu, sen yine yoktun.

Sonra hayata biz devam ettik yeni canlarla. Ahmetler, Şebnemler, Andaçlar, Besteler, Efeler can vermeye çalıştı sana. Farklı farklı hastanelerde. Farklı farklı zamanlarda. İlk bağırışları, haykırışları duymadın. Gözyaşlarını görmedin. Bir “ heyhat” demedin.

Yoktun.

Sonra bizim ellerimiz sardı o küçücük elleri, parmakları, okul yoluna düşürdü hep. Okul ziline kulak verdik, andımızı birlikte söyledik onlarla. Üç-beş fotoğraf bıraktık geriye, laf edilmesin diye. Aklımız onlarda evlere sessizce döndük. Gözyaşlarını görmedin.

Yoktun.

Sonra oğlanların sünnet merasimleri girdi araya. Ahmet ve Andaç’ın biraz mahzun ve sararmış halleri. Geriye pek bir şey bırakılmamış olsa da zamana yandığım.  Ve de Efe’nin dillere destan hayalleri. Düğün- dernek adına çalınan ve yapılanlar. Davulun çınlattığı sokaklar. Kalabalığı sarmış baba ocağı. Açığa vurulmuş gözyaşları. Görmedin.

Yoktun.

Süslü, şatafatlı ortamlarda yaşadık onların ilk mezuniyet törenlerini. Al alı sarmış, geriye beyaz kalmıştı. Ses, gürültü ve bağırış. Yola çıkmış büyüyorlardı.

Olsun; Ben yine gözyaşı döktüm her defasında, sen yine yoktun.

Yeni mezuniyetler süsledi çocuklarımızın sonraki hayatını. Farklı zaman dilimlerinde. Yeni okullarda. Başka kentlerin, hatta başka ülkelerin insanları oldu çocuklarımız ister istemez. Renkli cüppeler içinde yol yürüdüler, kepleri fırlattılar havalara. Bağırdılar çılgınca, seslerinin sonuna kadar. Gözyaşlarını görmedin.

Yoktun.

Asker yoluna düşüp, geri gelenler de oldu çoktan. Canımızı verip yolladığımız, ardına Erzurumlar, Ardahanlar gördüğümüz. Heyecanlarımızı büyüttüğümüz, asker kepini ilk gördüğümüzde sarılıp, ağladığımız.

Neredeydin? Yoktun.

Ve işe başladı şimdi o çocuklar. Başka kentlerde ev açtılar birer birer. Sonra… Sonra sevdalarını büyütecekler.

Yeni törenler, mezuniyetler, asker uğurlamaları, nişanlar, nikâhlar, düğünler, terhisler karşılayacak geride kalanları. Yeni işe başlamalar. Yeni hayat bulmalar. Yürümeler, koşmalar.

Sen hiç yoksun.

Evet yoksun. Yoksun ama, bıraksalar her yerdeydin. Düğündeydin, sünnetteydin.  Askerdeydin. Yollarda, evlerdeydin. Halay başıydın. Yollara düşenimiz, akıl verenimizdin. Cüppeleri giyenimiz, kepleri uçuranımızdın. Duyanımız, görenimizdin. Palaskaları kıranımız, terhis olan koşanımızdın. Okul bahçelerinde bekleyenimiz, çocuklarımıza göz gezdirenimizdin.  Kirvemizdin, sağdıcımızdın, sırdaşımız, yoldaşımızdın. Hastane kapılarında ilk ağlamayı duyanımız, sırtımızı sıvazlayanımızdın. Bizimle gülen, bizimle ağlayandın.

Bıraksalar her şeyimizdin;  babamızdın.

Comentarios


bottom of page