İzmirli olmanın en güzel yanlarından biri de Demirci’ye de yakın olmaktır herhalde. İstediğin an hiçbir bir kaydın olmadan yola çıkabilirsin. Ne gidişinin, ne dönüşünün telaşı ve huzursuzluğu olur. Neredeyse günün herhangi bir vaktinde bile gidip- gelebilirsin, Demirciye. Hele yıllar var ki Ankara’dan gidip- gelmelerin stresini ve yorgunluğunu yaşamış olan bizler için, bu gidip gelmeler, adeta İzmirli olmanın bonusu gibidir!
İşte bu bonusu ilk ez geçen hafta değerlendirdik. Hafta sonunu Demirci’de geçirmenin keyfini yaşadık. Hem eşimizi, dostumuzu görmek, hem de arkadaşlarla özlem gidermek imkânımız oldu.
Yıllar öncesi, üzerinde nice 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Törenlerinde öğrenci olarak bulunduğum top sahasında, bu kez zamanın çocuklarının törenlerini izledim. Çocukların bayramlarına karıştım. O coşkuyu ve heyecanı yaşarmışçasına ürperdim.Doyasıya alkışladım. Güneşin ardından, birden soğuyuveren havada, anne –babalarımızın göstermiş olabilecekleri refleksi gösterdim; minicik çocukların üşümesinden korktum.
Dahası uzun yıllar sonra bir cumartesi günü Demirci’de olmanın ve pazar alış-verişi yapmanın özlemini de gidermiş olduk. Uzun zamandır arayıp da bulamadığımız küçük yeşil mercimekleri ve Figan Efendi Eriğini yerlerdeki torbalarda görünce heyecandan donup kaldık.
Kalan vakti de sakin sakin pazar yerini ve çevresini dolaşarak geçirdik. Zamanı, pazarcılarla sohbet ederek ve sattıkları ürünleri hakkında bilgi alarak değerlendirdik. Bize köy yumurtası satan bir ihtiyarın keyifli sohbetine tanıklık ettik. Köyünü ve tavuklarını dinledik.
Nerdeyse denk geldiğimiz tüm tanıdıklarımızın Halıkent Gazetesinde yayımlanan “ Ankara senden ayrılıyorum. Elveda” yazımızı okumuş olmaları sebebiyle, “hoş geldin” nidalarıyla karşılaştık. Benzer sohbetleri sürdürdük.
Sonra uzun yıllar uğramamış olduğum sokakları dolaştım tek başına. Keşke adlarını bilsem de yazsam; ancak ne gerek var, o kadar kolay ki tarifi: Demirci’nin Pazarının kurulduğu o eski sokaklar. Terzi dükkanlarının, tenekecilerin, bakkalların, helvacıların, halıcıların, bakırcıların, fırınların, esnaf lokantalarının( çorbacıların), otellerin, kurukahvecilerin, bezcilerin, berberlerin olduğu o eski sokaklar. Söylemiş Camiinin eteğine yayılmış sokaklar. Harika insanların birbiriyle selamlaşıp, şakalaştığı o eski sokaklar. Birbirine paralel o kısa ama dolu sokaklar. Adlarının ne önemi var ki; işte o eski sokaklar: Şimdi yoklar.
Ne yazık ki yoklar.
O eski Demirci Pazarının mekânı olan o sokaklar, bomboşlar. Dükkânlar yıkık ve viran. Çoğu boş. İçinde kimse yok. Açık olanın da ise, sahibiyle söyleşen, pazara gelmiş yaşlı köylü kadınlar oturmuşlar. Yüklerinin, Pazar torbalarının yanında çömelmişler.
Yazık. İçim acıdı.
O sokakların görkemini, kalabalığını, telaşını sesini, kokusunu, rengini bilen biri olarak, içim acıdı. O sesleri duydum derinden, o renkleri hatırladım, o kokuları! O insanları!
Hani bir şiir var; “ Bıraksalar ağlayacaktım” diye başlar, o misal, ağlayacaktım. İşte o anda sırtıma uzanan bir el ve “Hoş geldin Cezayirlioğlu” nidası engelledi her şeyi.
Onun ağzından da dinledim, bu sokakları. O sesleri, o kokuları, o renkleri ve günümüzün bu çaresizliğini. Gözleri yaşaracaktı neredeyse. Öyle güzel dillendirdi ki her şeyi! Öyle güzel anlattı ki! Yalnız değildim.
Belli ki devir değişmişti. Belli ki “ silah icat olmuştu”.Belli ki mertlik bozulmuştu.
İşte o an kendime hayıflandım en çok: Zamanında o renklerin birkaç kare fotoğrafını çekememiş olmama hayıflandım. O sesleri bir kayda alamamış olmama yandım. O kokuları şimdi hatırlamama kızdım.
Üstelik bir cumartesi günü, üstelik Demirci pazarının olduğu gün, o adsız sokakların yalnızlığına, sessizliğine, çaresizliğine, çaresiz kaldım. İçerden dışarı gözleyen birkaç insanı görünce, bakakaldım. Dondum. O yüzde Demirci’nin kaybolan sokaklarını gördüm. Sahipsiz,kimsesiz..
Comments