NOT: Bu yazı, 29 Ekim 2014 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin eki olan ” Cumhuriyet 29 Ekim” adlı ekte yayımlanmıştır.
Cumhuriyet, her zaman her yerde yeni insanlar, yeni ideolojiler, yeni mekânlar, yeni kuramlar ve yeni anıtlar yaratır. Cumhuriyet’in kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihinde, başta Mustafa Kemal olmak üzere tüm Cumhuriyet kadrosunun gerçekleştirmek istediği de bunlardan farklı değildir. Olamazdı da.
Onlar, kendilerinin onlarca yıldır süren davalarında gösterdikleri mücadelelerinde ve insanlık tarihinin binlerce yıldır birikiminden kendilerine aktarıldıklarıyla, önceliğin ideolojide olduğunu çoktan biliyor ve onu her hareketlerinin baş şiarı olarak görüyorlardı.
Cumhuriyet ideolojisi, yeni insanlarını, yeni mekânlarını, yeni kavramlarını, yeni kuramlarını ve yeni anıtlarını geciktirmeden yaratmalıydı.
İlk adım, içinde Cumhuriyetçi kadronun güçlü olduğu TBMM’de, 29 Ekim 1923’te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda (1921 Anayasası) yapılan değişiklikle, devletin yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olarak ilan edilmesiyle atılmıştır. Diğer adımı ise bu ilanın kutlanması adına, aynı gece atılan 101 pare top atışının yapılması oluşturur. O günkü şartların, resmi kutlamalar ve kayda değmez bir kaç eğlence dışında, başka bir tören yapılmasına, “ilan”ın sevinç, bayram havasında kutlanmasına yeterince imkân vermediği şeklindedir.
Cumhuriyetin ilan edilişinin ardından, insanlarını “Cumhuriyet fikri” altında toplamanın ilk yolunun, “bir bayram kutlama ritüeli” ile gerçekleştirilebileceği anlaşılmış ve Cumhuriyetin ilanı, ilk olarak, 1924 yılında değişik etkinliklerle kutlanabilmiştir. Bu kutlamaların, Cumhuriyetin kadroları tarafından yönlendirilen devlet organlarınca düzenlenip takip edilmiş olmalarıyla birlikte, özellikle Halkevleri, CHF, askeri kurumlar ve okullar aracılığıyla da sivil topluma yaygınlaştırılmaya ve onların da katılımlarının sağlanmaya çalışıldığı bilinmektedir. Ancak yine de arzu edildiği şekilde bir bayram havası şeklinde kutlanmadığı ve kutlanamadığı bilinmektedir. Ne var ki, bu bayram kutlamalarının yaygın ve büyük kitlelere ulaşamamış olması bile, o kutlamanın, ülkemizde kutlanan “saltanatsız ilk bayram kutlaması” olma özelliğini asla silmez, silemez.
2 Şubat 1925’te, Hariciye Vekâleti’nce düzenlenen bir kanun teklifiyle, 29 Ekim’in “ ulusal bayram” olması önerilir. Teklifin kabulüyle de 29 Ekim 1925 tarihinden itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak, yaygın ve kitlelerin de geniş iştirakleriyle kutlanmaya başlanır.
Nihayet, Cumhuriyetin 10’ncu yılı olan 29 Ekim 1933 Yılı Cumhuriyet Bayramı kutlamaları dünyada eşine benzerine pek rastlanmayacak düzeyde, renkli, coşkulu, yaratıcı, ümit verici, heyecan yaratıcı bir şekilde kutlanmıştır. Onuncu yıl kutlamalarının, Cumhuriyetin kurucu kadrolarından, sade köylüsüne, esnafından işçisine, sanatkârından öğrencisine tüm toplumu, hiçbir ayrım ve tanıma sokmadan “ bir ulus olabilme bilinci yaratma” teması üzerinden tüm yurtta gerçekleştirilmiştir. Hem de üç gün, üç gece.
Her köyde, her evde, her meydanda ve her yerde, geceleri de yakılan fenerler ile çocuklar, kadınlar, öğrenciler, erkekler ellerindeki bayraklar, afişler, süsledikleri taklar, yazılı dövizler ve resimleriyle, müziğe, marşa, oyunlara eşlik etmişlerdir. Bayramı doyasıya yaşamışlardır.
O günlere ait eski siyah-beyaz fotoğraflara dikkatlice bakıldığında, sırrı hala çözülememiş bir mutluluk ışıltısını, geleceğe olan güven duygusunu, insanı asla yanıltmayan gururu, o yüzlerde görmek mümkündür.
Kendime sormadan edemiyorum; o “on beş milyon” yurttaş, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük bayramına ortak olduklarının, ona eşlik ettiklerinin farkında mıydılar diye!
Ya da o an arzuları, Cumhuriyetin Başkenti Ankara’daki Millet Meydanı’nda bulunmak, Meclis Balkonunda nutkunu veren Ata’yı dinlemek, Zafer Abidesi civarında gün boyu süren bayram şenliklerine katılmak mıydı?
O Zafer Abidesi ki, Cumhuriyet Bayramlarının ilkinin kutlandığı 29 Ekim 1925 tarihinde yapımı düşünülmüş, ikincisinin kutlanacağı 29 Ekim 1926 tarihine yetiştirilmesi çok arzu edilmiş, ancak bazı sebepler yüzünden gerçekleştirilememiş, dahası, 29 Ekim 1927 tarihine yetiştirilmesi de pek mümkün iken, “açılamamış” görkemli bir eserdir.
Yunus Nadi’nin sahibi olduğu Yeni Gün Gazetesi’nin başlattığı sivil inisiyatifli bir yardım kampanyası ile yapılışı organize edilen, esnafın, memurun, köylünün ve hatta öğrencinin cep harçlığından verdikleri yardımlarla “ayağa dikilen” bir cumhuriyet nişanesi.
Ata’yı , “Sakarya” adlı atı üzerinde, arkasında “ ülkesini koruyan” Mehmetçikleri ve “oğullarına sahip çıkan Türk kadınını temsilen” Kara Fatma’sının bulunduğu bir şekilde “ yüzü Batı Medeniyetine dönük ileriye gözetleyen bir kahraman” olarak nakşeden kahramanlık abidesi.
Öyle bir anıt ki, açılışı yapılan 24 Kasım 1927 tarihinden itibaren, Cumhuriyetçi kadroların her resmi kutlama, anma ve bayramlarını kutlamada mekân seçtiği bir Bayram Anıtı.
Halkın coşkusunu, sevincini taşıdığı, günlük yaşantısını paylaştığı Meydan Abidesi.
Kentle özdeşleşen, mekânla ile bütünleşen muhteşem bir “ Heykel”.
Kaidesine, Türk halkının kökeninin, meydanlarda kazanılan Kurtuluş Savaşının kahramanlıklarının, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinin hikâyesinin kazındığı, Ankara Anıtı.
Bilmem, o yılların siyah- beyaz fotoğraflarındaki insanların yüzlerindeki o ışıltılı, güvenli ve gururlu ifadelerle, gerçekten Zafer Abidesi anlatılabilinir mi?
Oysa anıtlar, Cumhuriyet’i anlatır.
Zafer Abidesi de yalnızca bir anıt değildir ki zaten; Zafer Abidesi, bir yandan sivil halkın, bir yandan da ulus-devlet olmaya yönelen Cumhuriyetçi kadronun, Başkent Ankara’daki en güçlü anlatısıdır da.
Mekânıdır da. Evet, Cumhuriyeti anlama ve anlatma mekânıdır da.
Comentarios