Sessizliğimiz boşuna değil. Uzun süren bir tatilin ardından Ankara’ya henüz dönüldü. Gerçi döner dönmez de yoğun meşguliyet ile geçirilen günlerden sonra, yazmaya, ses vermeye anca şimdi vakit gelebildi. Benim “uzun” diye addettiğim ama aslında üç hafta süren tatilin panoramasını yazmaya çalışacağım. Anılarla, sohbetlerle işimiz olmayacak, öyle ya, üç haftalık tatilin aslında her tarafı anı ve sohbet değil midir? Ancak, ne bu sütunlar, ne de üslubumuz bunları yazmaya elverişli değildir.
O gün, yani tatilimizin başladığı Ağustos ayının ilk Cumartesi günü sabah saatlerinde, bütün Ankaralı hemşerilerimiz ile yollara düştük. Nedense o gün beklenildiği kadar kalabalık değildi yollar. Ramazan günlerinin devam etmesine yorup, işlek olmayan yolları aşarak önce Afyon’a kadar ulaştık. İnanın yollarda kimse kimseyi sollamak için hiç yarışmadı ve kimseyi de üzmedi. Şehirler ve kentler aşılarak, uygun mola yerlerinde konaklanarak akşam saatlerine doğru Bodrum ilçe sınırlarına girmeye başlamış idik ki, her şey değişiverdi.
Adeta sıcaklık artmış, yollar birden şişivermişti. Buna rağmen 34 plakalı araçların hem sayısal, hem de niteliksel hükümranlıkları da öne çıkıvermişti. Araba nasıl sollanır, nasıl öndeki araç taciz edilir, en güzel numuneleri sergileniyordu. Hem de nasıl bir araç hızıyla! Besbelli ki, öğrenmişlerdi, öndeki 06 plakalı bir araca uzunlar yakıldığında sol şerit onlara teslim ediliyordu.
Uzun uzadıya akıp gelen yollar, birden tıkanır noktasına gelmiş, epeydir görmediğimiz fren ışıkları, yollara kırmızı şavklarını yansıtır olmuştu.
Belli ki, bu akşam bu saatte denize girilmeye yeminleri, çabuk tükenen saatleri vardı.
Hele ki, plaka numarasını aklımızda tuttuğumuz bir İstanbul aracının, trafikte yarattığı kabus sonrası, kendi kendimize vardığımız bu önyargı da, deyim yerindeyse “fos” çıkınca; şaşkınlığımız büsbütün büyüdü. Bunca hızlı ve çabuk gitmek, arkadaki trafiği altüst etmek ve onlara kâbus biçmek, bu markette alış veriş arabasını hepimizden evvel doldurmak için miydi? Bütün alış veriş merkezlerinin otoparkları zapt edilmiş, bütün meydanlar kuşatılmış bir haldeydi. Her yer 06 ve 34 plakalı araçlara tahsis edilmişlerdi. Mahalli plaka olan 48’i bulmak, görmek nadiren mümkün olabiliyordu. Ankara ve İstanbul bu kadar boşalmış iken, onlar da akraba ziyaretlerine gitmiş olmalıydılar!
Park yerlerindeki yerleşim de kendini gösteriyordu, 06 plakalı araçlar, her ne kadar ( sebebini yorumlamakta güçlük çektim) illa ki bir gölgelik altına park etme gayretleri de olsa, düzenli ve düzgün park etmeyi tercih ederken, 34 plakalı araçların gelişigüzel ve rahatsız edici parkları sorun yaratıyordu. Hele o akşam sıcağı altında. Hele yazlıklara varıldığında yenecek ilk dondurmanın, beklemeyle, eriyebileceği endişesi içinde.
Demek, İstanbullular dondurma yemiyordu! Yorgunluk akşamın çabuk olmasını isterken, güneşin hala bitmemiş sıcağı altında, her birimiz Bodrum’un muhtelif yazlıklarına dağılmış durumdaydık. Şansımıza düşen ve çok memnun kaldığımız Yalıkavak’taki bir yazlığa doğru yol alırken bizi hep sollayanlar yine 34 plakalı araçlardı. Tatilimizi geçireceğimiz yazlığın bulunduğu siteye girdiğimizde gördüğümüz manzara, gün içinde yaşadıklarımızdan farksızdı. Sitenin tüm yolları 06 ve 34 plakalı araçlarla kuşatılmış, park yerinde bir araçlık dahi yer bulunamamıştı. Fark edildi ki, 06 plakalı araçların üstleri branda ile örtülmüş, 34 plaklar ise sere serpe yerleştirilmişti. Her taraf Ankara, kalanı da İstanbul’du. Ya da tersi, her taraf 34, kalanı da 06. Hani nerde İzmir, Muğla, Aydın, Van? Önce gelenler, yeni gelenleri karşıladı durdu sürekli. Ve bir yazlık hayatı başladı. Gecesi sessiz olan günün, ertesi günü ise, plaj kalabalıklarına terk edilmiş idi. Her taraf 06 ve 34 plakaya ayrılmıştı adeta. Nasıl olduysa, bir kontenjanlık yer de bize bırakılmış oluyordu o gün ve diğer günler. Kalabalık plajlar renkli görüntüler sergilerken, insanların alnına yazılmış plakaları okumak ise bizim yaz eğlencemizi oluşturmuştu. “ Bak şunlar İstanbulludur, bak bunlar da Ankaralı” “ Oldu mu ya Ankaralı !” “ Yüzde bin İstanbullu” deyip, vakit geçirdiğimiz, o insanların araçlarına gidip-gelişlerini gözleyerek tahminlerimiz sınamamız, vakitlerimizi dolduruyordu. Plaja gömülen sigaralardan, kenara bırakılan çöplerden, şezlonglara bırakılan havlulardan, çalan cep telefonlarının seslerinden, erkeklerin giydiği terliklerden, yürüyüşlerden ve salınmalardan, vücuda sürülen yağ ve benzeri adet ve edevattan, okunan gazete ve dergiden, tercih edilen kitaptan, çözülen bulmacanın nevinden, yenilen dondurmanın çeşidinden, giyilen şort ve pantolondan, çocukların bağırışı ve çağırışından, bu çağırışlara ebeveynler tarafından verilen cevaplardan, öğle yemeği veya akşamüstü kahvaltısının farklılığından ve benzeri diğer kıyaslamalardan İstanbulluları ve Ankaralıları pekâlâ ayırmak ve seçmek mümkün oluyordu. Öngörülerimiz ve tahminlerimiz defalarca sınanmış ve her defasında teyit edilmişti.
Bu süreç boyunca hep bir konuda yanılmıştık! Bunda da sanki biraz bizim gönlümüzün sabitliği de yatar gözükmektedir. Anlaşılıyordu ki, bu ülkenin en çok gezen, dolaşan insanları İstanbullular ve Ankaralılardır. Ülkenin en güzel kıyılarındaki yazlıkların neredeyse tamamı bunlara aittir. ( İzmirlilerin yazlık tutkuları bir başka yazının konusu olabilir. H.C ) Bu tahlillerden çıkan asıl değerlendirme ise, İstanbullular ile Ankaralıların her şeyde olduğu gibi, tatillerindeki yaşam biçimindeki değişiklik ve farklılıklardır. Ankara’nın o küçük ve mütevazı havası insanların yaşam biçimine damgasını vurmuştur. Aynen o kozmopolit şehrin şaşaalı ve bencil havasının insanlarına vurduğu damga gibi.
Ankaralı, memur zihniyeti veya devlet ( kamu) zihniyetiyle düşünmeye endekslenmiş, İstanbul’a ise mağrur olması zikredilmiştir. Gördüğüm kadarıyla, gidilen plajlardan, gezilen kentlerden ve şehirlerden geriye kalan birazcık temizlik, samimiyet, hoşgörü, saygı var ise bu Ankaralıların eseridir. Ama yine aynı plajlarda, aynı kentlerde ve aynı şehirlerde geriye kalan biraz para var ise bu da İstanbullularındır. Burada asıl belirleyici olan ise, gidilen o plajların, gezilen o kentlerin ve şehirlerin asıl yerlilerinin tutumu olsa gerektir. Bu gün her şey hoş görünebilir ama asıl olan mahalli güzelliği koruyabilmek ve onun için insanların gelmesine sebep yaratabilmektir. İster İstanbullu olsun , ister Ankaralı olsun dememektir. Ne gariptir, hayatımın en güzel tatilinin son beş gününde çat kapı çıkıp gelenin, İstanbul’da okuyan küçük oğlumuzun oluşu ve yazlıktaki bitişik komşumuzun bir İstanbullu olması, tüm dediklerimizin teyidi gibidir. Yaşanan o güzel tatil günlerinde ve ıssız bırakılan gece karanlıklarında ilk ses aşinamız idiler. Bodrum’un, Yalıkavak’ın güzelliklerini yaşamada bize rehber olmayı da bildiler. Yanılmamıştık, onlar da İstanbullu idiler!
Not: Bodrum-Torba’da şahit olduğumuz “Blue Dolphin” adlı eski kamping yerinin dramı muhakkak bir başka yazının konusu olmalıdır.
Comments