top of page

Bir Yılbaşı Hikayesi-3

Bir Yılbaşı Hikâyesi -3

Ne zaman düşmüş ne zaman kalkmıştı yerden hiç bilmiyordu. Belki birkaç saniye içinde olup bitmişti her şey, belki de dakikalar almıştı.

Zaten açık bırakmış olduğu kapıda karşılaştığı kişinin, aylardır görmediği ve başka bir vilayette çalışmakta olduğu büyük amcası olduğunu hatırlayabildi ancak.

Tüm aile yukarı çıkmış, onun etrafında ve misafirleri kenarında üşüşmüştü adeta. Babaanne büyük oğlunun beklenmeyen bu ziyaretinden keyifli, diğerleri ise mutlu görünüyordu. Her karşılaşma sonrası yaşanan mutad konuşmalar çoktan bitirilmiş gibiydi. Kendine geldiği bu anlarda karşılaştığı ilk soru ise, nereden düştüğü konusunda annesinin biraz sitem dolu sözleri oldu. Bir yerinin ağrıyıp, ağrımadığı sorulduktan sonra, sitemli bakışların yerini biraz şefkatli gülümsemeler almıştı.

Yüzünün ve ellerinin silinip temizlendiği ıslak bez ise yerde yattığı şiltenin hemen yanı başında duruyordu. Simsiyahtı. Bir yandan da eli, yüzü silinmeye, üstü başı değiştirilmeye çalışılıyordu. Arada sırada aynı bezle, burnunda akanlarla, gözlerinden akanlar da silinebiliyordu. Belliydi ki, her şey yeterince yumuşamamış, unutulmamış, üstelik affedilmemişti.

Babaannenin o, dozu gayet iyi ayarlanmış sesi, birden her şeye son veriverdi.

“Bırakın şimdi oğlumun üstüne üstüne gitmeyi. Bir şeyi de yok maşallah. Bak amcası da gelmiş, daha ne olsun”.

Bu söz, idam fermanını bekleyen bir mağdurun, karşılaşabileceği lütuf türünden bir “af” beyanı gibiydi.  Kurtuluştu. Uçuştu. Kanatlanıp gitmek, özgürlüğe kavuşmaktı.

Dahası şımarmaktı.

Bu söz, elbiselerinin çıkarılıp, üstelik adeta bayramlık hürmetiyle saklanmış yenilerinin hemen giyilmesine kadar uzanan sürecin ilk kıvılcımıydı. Ellerinin yüzlerinin yıkanmasına, çıkmadığı ileri sürülen kulak ardı lekelerinin, kolonyalı pamuk ile silinmesine kadar, uzanan bir süreç.

Sonrasında amcanın yanına oturma ve şefkatine uğramamız ile yepyeni bir an başlatılmış oluyordu artık. Kimse, bu konudan bahsedemezdi. En büyük korkumuz, akşam işten gelecek babaya da tüm bu olayları anlatma imkânı kalmıyordu.

Oh ne güzeldi.

Uzun süre oturduğu yerden kalkamadı. Kâh amcanın, kâh babaannenin sevgisine mazhar olmak onu mutlu ediyordu. Evde yaşananları, hareketleri göz kırpmadan izliyor, gördüğü “ hasta çocuk” muamelesi içini ısıtıyordu.

Birden aklına, tavan arası kapağını kapatıp, kapatmamış olduğunu hatırlamadığı geldi. Panikledi. Muhtemeldir ki, kimse için bu saatlerde gereken bir ihtiyaç olmadığı için, “ küçük oda” diye tanımlanan bu odaya girilmemiş olabilirdi. Ancak, sıra sofra, üstelik yılbaşı sofrası hazırlamaya geldiğinde,  oraya defalarca girilip- çıkılacaktı. Havanın da kararıyor olması, paniğini artırdı. Ani bir hareketle divandan kalkınca, babaanne şaşırdı. Ne olduğunu sordu.  “Bir şey mi var” diye seslendi. Cevap vermedi.

Bu ani kalkışı ve babaannenin seslenişlerini gereksiz ve amaçsız bulmuş olan ve o ana kadar, okuduğu gazeteden başını kaldırmamış olan amca,  uzanıp onun küçücük kollarından tutarak, yerine oturttu. Sonra da eliyle saçlarını okşayarak, adeta güç verdi.

Vakit geçtikçe sıkıntısı artıyor, içini yemeğe başlıyordu.

Dayanamadı, kimse sormadan “ tuvalete gidicem” diye kalktı, yürüdü.  Odadan çıkmıştı ki, annesiyle karşılaştı. Nereye gidiyorsun diye sert bir bakışla sorgular gibiydi. Korktu. Doğrudan tuvalete yöneldi. Boş yere oyalandı. Ne yapacağını bilemedi. Tavan aralığı kapağını açık koyup koymadığını bilmediği gibi, toz ve pisliklerin de yerlere, halılara ve kilimlere dökülüp dökülmediğini de bilmiyor, kendine tanınan şu geçici ayrıcalığın bu yüzden elinden alınıp, gideceğine yanıyordu. Kahroluyordu. Hiçbir şey olmamış gibi, hızla geri döndü.

Artık ev iyice yükünü almış, kardeşleri de gelip çoktan oturmuşlardı. Arada sırada kapı zili çalıyor, bir şey bırakanlar ve bir şey isteyenler bu arada işlerini görüyorlardı. Ancak, asıl kapı zilinin çalmasına az bir vakit kaldığı sezinleniyordu.  Babanın gelmesi bekleniyordu. Sofra da yavaş yavaş hazırlanmaya başlamıştı bile.

Onun ayrıcalığı gittikçe kendini tüketiyor, yüreğine ağrılar giriyordu. Derdi artıyordu. Tam bu sırada kapı zili bilindik edasıyla çaldı.

Yerinden kalkamadı, amcasına biraz daha sokuldu. Lakin zilin ardından amcası da kalkınca, divana yıkıldı, kaldı. Hemen doğruldu.

Evin içini kaplayan sevinç dalgasını hiç umursamadı. Duymadı. Görmedi. O iki kardeşin gürültülü kucaklaşmalarını hissetmedi. Ev ayaklanmıştı ama o pustu kaldı. Ses vermedi.

Ne kadar vakit sonra, ses verdiğinde ise yemek sofrasındaydı. Evin alt katında pişip getirilen büyük bir güvecin içindeki haşlama tavuk kokusu, odayı sarınca, bir kez daha güçlendi.

Öyle ya, şu vakitte, üstelik de sofraya oturulmuşken, kim bu evin huzurunu bozabilirdi. En azından bir süre.

Babaannenin, “ turşuyu unuttuk, şuna bakın hele” sözü üzerine annesinin sofradan kalkıp, turşunun bulunduğu “küçük oda”ya doğru gitmesi, kalbini hızlandırdı. Kızardı. Kaşık elinde düşüverdi.

Ki, dışarıdan annesinin, babasına buraya gelmesini söyleyen o seslenişi, içinde özenle sakladığı sırlı kübü birden kırıvermişti.

Ağlamaya başladı. Haykırırcasına. Gözyaşlarını akıtırcasına. Dağıtırcasına. Yıkarcasına. Bağırırcasına. Sofradan kalkarcasına, yerlere yatarcasına.

 ( Devam edecek)

Comentarios


bottom of page