Herkes farklı Beypazar’ı anlatmaya başladı bana. Yıllar öncesinin anlatılarından günümüze çok şey değişti doğrusu.
Sakindi, sıcaktı, hoştu her şey seneler öncesi. Sonra adeta hiç görmediğimiz, daha da doğrusu görmek istemediğimiz eski yapılar, evler, konaklar anlatıldı. Onlar sardı her yanımızı. Peşisıra bir Peypazarı Kurusu girdi hayatımıza. Devam etti gitti Peypazarı serüveni, binbir çeşit yemek adıyla. Tarhanalar,dolmalar, baklavalar. Bitince yerini elişi örgüler aldı. Gümüşler eklendi enson. Gümüşte takılı kaldı Beypazarı. Beypazarı Gümüş Yıllarını yaşıyordu adeta.
Çok değil, ilk kez 15-16 yıl önce ziyaret ettiğim Beypazarını, ziyaretimin her defasında daha değişik görüyorum. Her defasında da sakinlik, sıcaklık, hoşluk azalıyor farkındayım. O hayran olup, çocuklarımızı içinde büyütmeyi düşündüğümüz evlerin, konakların kokusu, tadı kayboluyor. Nerede şimdi o mis gibi tereyağı kokusuna bulaşmış Kuru’lar? Sokaklar kendi yolunu çizerdi insanlara, kimseden tarif alınmaz, elinle konmuş gibi bulunurdu fırınlar.
Şimdi her yerde yufka kokusu var ağır bir şekilde. Ne kadar da çok severmişiz bizler gözlemeyi, hamuru? Yıllar öncesinin evlerin mutfağında hapsolunmuş dolmalar ve baklavalar mı sarmış her yanı? Konaklar şimdi kimleri ağırlıyor, akşam ziyafetlerinde.
Ve gümüşcüler! Hiç mi fark etmemişiz biz onları yıllar öncesi. Hiç mi görmedik?
Son ziyaretim bir bahar sabahıydı. Biliyorum alışık olduğum sesler, renkler ve kokular karşılayacaktı beni. Hani, Beypazarı adına ne kalmış ise hafızamda onlar karşılayacaktı. Üstelik mahallin de pazarı oluşu, renkleri, sesleri ve kokuları çoğaltacaktı kuşkusuz. Onları coşacağından emin olmak ne kadar hoş olurdu.
Oysa birden karanlık sarıverdi gökyüzünü . Biz Hıdırlık Tepe yolunda yakalanmış idik, yağmurun bu gri ıslaklığına. Elimize sıcak bir çay bardağı değdiği anda ise çoktan Beypazarı, karanlıklar ve gök gürültüleri altında kalmıştı.
Koşuşturmacalar, bağırışlar, kaçışlar ve dağılışlar yeni heyecanların odak noktası olmuştu çoktan. Yağmur, o eski konakların kiremitlerine hızla çarpıp, göğe yeniden yükselmeye çalışıyordu. Hiç tütmeyen bacalardan bir kaçı belli ki yeniden bir kor görmüştü şimdi. Çocuklarını, yaşlılarını üşütmeyecekti. Simsiyah odun közü, birkaç evde kapkaranlık tütsüler çiziyordu uzandığı taş bacalardan.
Toprağın kokusu, beklenmedik bir aşinalığı çarpıverdi yüzümüze. İçimize çekmek geldi , yağmurun altında bizim gibi ıslanmış oksijeni. Nefes nefese.
İlk defa ıslanıyorduk Beypazarı’nda. İlk defa toprak kokusu sarmıştı burada her yanımızı. İlk defa yandığını gördük sobaların ve tüttüğünü bacaların. İlk defa Beypazarı, o güzelim pazarının beyliğini yaşatmadı bize. Taş yolları fark ettik ilk kez, özellikli yapılışlarını,yağmur sularını aşağılara bir nizam içinde taşıyışlarını. Bir estetik içinde akıp gittiklerini. O eski konakların, nasıl da muhteşem yapılmış olan teneke oluklarını gördük. Misafirleri korumaya yarayan merdiven üstlerindeki küçük çatıları fark ettik ilk kez. Ahşabın ıslanınca hemencecik nasıl da kızıla dönüştüğünü; ilk defa gördük Beypazarında.
Pencerelerin ne kadar çok sevildiğini gördük hanlarda, konaklarda. Her pencerede, dışarıda ıslananları izleyen, kalabalıkları seyreden, sessiz, sakin insanları gördük. Beypazarı’nı bir farklı gördük.
Asıl farkın, aynı şeyleri görmek olmadığına inandık o an. Bir kış günü hiç orada olmadığımıza yandık, bunu fark etmek için.
Hayallerde Beypazarı kışı yaşadık ayak üstü. Üşüdük. Aklımıza elimizdeki sıcak, demli bir çay gelince; içimizi ısıttık. Meğerse Beypazarında çay içmek, hayatı bir başka yudumlamakmış, onu fark ettik.
——
Bu Yazımız : Ankara Çiğdemi Dergisi’nin 17. sayısında yer almıştır.
Comments