top of page

Babasız Rüyalar

Nerden bileyim uyuduğumu?

Nerden bileyim böyle ansızın yalnız kalacağımı? Hiç uyanır mıydım?

***

Beraberdik. Hep beraber. Bütün aile. Anne-baba ve üç erkek kardeş. Mutfaktayız hepimiz. Demek ki bir kış günü. Sobada yanıyor olmalı. Hava da muhtemelen soğuk ve mutfak  da biraz kararmış.  Kapısı da kapalı. Herşey gözlerle seçiliyor, ancak  işte o  odanın  kendine has bir karartısı bu.  Henüz her daim elektriklerin kullanılmaya kıyılamadığı yıllar, 1960′ ların sonları.

Peki,  bir Pazar Günü mü olmalı acaba?  Çok mümkün; herkes evde, herkes mutfakta.  Çocuklar daha küçük.  En büyüğü, olsa olsa 14’ünde 15’ inde.  Eh işte diğerleri de,  12-13 ve de 9-10 yaşlarında olmalı. Tarih yok ki aklımızda. Niye bakmamışım ki,  evin her tarafı takvim ile dolu iken ve en güzeli de mutfakda asılı dururken? Ah, ah!

Yemek –memek derdi de yok,  öyle bir telaş da yok . Demek ki çoktan  halletmişiz o işi. Çünkü herkes bir yerlere adeta kendini atmış, yuvarlamış gibi. Rahat ve huzurlu. Biraz da beklentili.

Televizyon yok ki henüz !  İyi de ;  Pazar  günü idiyse de, maçlar olmalı radyoda!  Hele Fener’in maçları pazar günü öğleden sonraları olmazmıydı hep?  Maç vardıysa da  radyo niye açık değildi pekala!

Anlamıyorum hiç bir şeyi.

Acaba henüz sabahın, öğleye dönen ilk vakitlerimiydi hatırladıklarım. O zaman da, o evin ve o yılların  kendine has bir ritüeli olan “ Pazar Banyosu” saatleri olmaz mıydı? Çünkü evin iki büyük oğlu, henüz de maçların radyo yayınları tam da bitmemişken, okullarına dönmek için evden çıkmıyacaklar mı? Banyolarını yaparak!


O zaman Pazar Günü de olamaz gözüküyor. Ya da okul zamanı değildir. Acaba sömestre tatili vakti midir ki ?

Sanki o dönemde, maçlar da olmaz, devre  arasına girilirdi gibi geliyor, 2 puanlı  “Spor Toto”  Süper  Ligi’nde!

Hayret, her şeye rağmen, evin ilk uyanan insanı olan annenin hemencecik yaptığı işlerden olan, radyonun düğmesini  “çevirmek” , sesini açmak işi de yapılmamış gibi görünüyor. Hele ki,  bir Nezahat Bayram türküsünü bulup, ortaları şenlendirivermek.  Pekala  Muzaffer Akgün’den de olabilir değil mi? Biraz yanık sesi  ve yorumuyla, sabahın tez vaktinde “ Geceler Yarim Oldu..” İyi ama niye ses yok. Niye?

Demek ki elektrikler de kesik olmalı. Hiçbir yerde elektrik yok.

Sert bir ses, herşeyi seslendiriyor, radyolar çalmaya, ışıklar yanmaya başlıyor.

–              Haydi kalkın gidiyoruz!

Ev birden ayaklandı. Odadan gürültü hızlandı. Çocuklar birbirine sarıldı. Annenin yüzüne gülücükler yerleşti.

Baba, evdeki sevincin kendisine yansımasından mutlu. Sesini yeniden yükselttti.

–              Haydi çocuklar, haydi!

Yüzüne yansıyan o kendine has kıvrımları büyüdü. Bundan cesaretlenen çocuklar  tek tek kucağına atladı. Nerdeyse üçünü  de kucağına  aldı, adam.

Aa, dışarıda her şey bahar havası, diğer odaların içine güneş  gelip kocaman oturmuş. Balkon kapısı sonuna kadar açık meğerse .  Sıcak rüzgara yer açmak için.

İnsanlar dışarıda bir kalabalık oluşturmuş yazlık elbiseleriyle. Saatlerdir  bakılmayan sokaklarda ise çocuklar, çoktan  “ kaleleri kurmuş ” top koşturuyorlar. Meğerse ne sesler, ne bağırışlar varmış. Ne kavgalar, ne döğüşler.Gökleri saran o mis bahar kokusu.

Bir koşuşturma başladı ev içinde. Kimin nereye koşturduğu belli değil. Ama hepsinin  elbise dolaplarının önünde buluşması da bir garip hal oluşturmuştu. Sanki  iki büyük çocuk, üstlerini birbirleriyle takas ederken, küçük kardeş ise anneye  illede kısa şort giyeceğim diye tutturuyordu.

Baba herkesden önce giyinmiş, kapının önünde ayakkabılarını  bağlamaya başlamıştı bile. Fötr şapkası başında, siyah güneş gözlükleri  ise gömlek cebinin kenarına tutturulmuş  bir haldeydi.

Mutluydu. Hem nasıl mutlu! Hatta yakılmış  Gelincik Sigarası bile ağzındaydı. Tütünün o inanılmaz has kokusu sarmıştı her yeri.

Anahtarını kapıya takmaya çalışıyor, ayakkabılarının topuklarına da  sert sert basarak, üzerindek son tozları düşürmeye çalışıyordu.

–              Hadi ama çocuklar! Sözü herkesin biranda hazırlanmış olarak, kapıda buluşmasını sağladı.

Herkes oradaydı. Ayakkabılarını bağlamaya başlamışlardı ki; beklenmedik bir soru ve o anda ortaya çıkıveren kargaşa bütün büyüyü bozmuştu.

-Baba, sen o çantayla nereye gidiyorsun?

Evin ikinci oğlu olan ve az önce ağabeyinin  biraz  büyük gelen kırmızı gömleğini giyerek, kendisini bu soruyu sormaya hak kazandığına inanan bir çocuğun sorusuydu,  bu büyüyü bozan. Babanın  elinde seyahatlere  gittiğinde kullandığı meşin sarı bir çanta vardı. Bu kez kocaman. Ağzına kadar dolu, dönüşünde çocukları çikolatalarla karşıladığı küçük cepleri bile.  Belli ki zor bağlanmış kilitleri. Bir seyahat öyle mi?

–              Baba nereye gidiyorsun?

Herkes dondu kaldı o an, olduğu yerde. Kimse bir daha konuşmadı. Herkes birbirine baktı. Kendilerini  aldatılmış hissettiler. Yoruldular.

Herkes gözlerini birbirinden kaçırdı, yerlerdeki gölgelerden medet ummayı bekledi.

Konuşmadı. Bakmadı. Kapı da kapanmadı.

***

Sonra mı?

Uyandığımda çoktan gitmişti.

******

Bu yazı gidişinin ardından,   rüyalarda yaşattığım babamın vefatının 43’üncü yıl dönümü için yazılmıştır.

O’nu  özlemle anıyorum.

Kommentare


bottom of page