Demirci’de Bayram günlerini yaşamak bambaşka bir kültürde yoğrulmak gibidir. Kendine has ritüelleri ve kuralları vardır.Son arafe gününde başlayıp, bayramın son gününün ikindi namazına kadar sürer gider. Değişik yön ve uygulamalarıyla.
Aslında bayram öncesi, bir kaç hafta boyunca da daha çok analarımızın yoğun olarak yaşadıkları bir süreç vardır ama bizler, onu gözardı ediveririz ne yazık ki.
Bayram, yalnızca evlerde kutlanmaz Demirci’de .Çarşıda, pazarda,dükkanlarda ve hatta kabirde bile bayram tebriği yapılır, hal ve hatır sormaya vesile oluşturur.
Çocukluğumuzun bayramlarında ise Çarşı Merkezinde bayram eğlenceleri ve bayram pazarları olurdu. Panayır yerine dönerdi Demirci. Ufak tefek lunapark eğlenceleri de bulunur, basit bir salıncak bile gönlümüzü eğlerdi.Bayram coşkusu hız kesmez, artarak devam ederdi gün boyu.
Doğrusu o günler epeydir geride kaldı. Eski eğlenceler azaldı, yok oldu.Yine de bir çok yerde pek görülmeyecek/görülmeyen hassasiyetteki bayram gelenek ve göreneklerimiz memnuniyet verici ölçüde devam eder hep.
Bu Kurban Bayramında da benzer ritüeller devam etti. Kurban kesimi, takip eden vakitte ziyaretler, ziyaret kabulleri, ikramlar,sohbetler ve her ortamda bayramlaşma, helalleşme. Hatta yeni dostlar edinme ve yıllardan beri görmediğin arkadaşlarına kavuşup-sarılma.
Dolu dolu geçen bu dört- beş gün boyunca yaşananlar, sevgi,saygı,merhamet ve hoşgörü duygularımızı da olabildiğince tazeledi ve yeniledi.Bunun yanısıra içimizde yıllarca depreşen başka duyguların imkan bulmasına da fırsat yarattı.
İlki, Ayvaalanı Köyüne ziyaret programı idi. Rahmetli Babaannemin doğup -büyüdüğü, gelin olup Demirci’ye gelmeden evvelki hayatının geçtiği o küçücük Ayvaalanı Köyünü yıllar sonra yenidengörmek ve çoluk-çocuğuma göstermekti.
Bayram telaşesi içinde ona ayrılan gün, üçüncü bayram gününün uygun bir vakti olarak belirlenmişti. Ne var ki o günün yoğunluğu ve gelen ziyaretçileri karşılama görevimiz, bize o vakti yaratma imkanı tanımadı. Vakti yakaladığımızda ise neredeyse ikindi zamanı olmuş, Çeleşe Meydanı taksi şoförleri ve bu sohbetimize tanık olanların beyanları, çıktığımız bu yoldan bizi geri koymuştu. Geç kaldığımız, yolun gidiş bir saat, geliş bir saat süreceği, yol şartlarının kötü olduğu bilgileri,Ayvaalanı Köyüne gitme şevkimizi ve heyecanımızı yok etti. Üzgün ve bezgin gerisin geriye döndük.
Demek ki pek bir şey değişmemişti. Benim çok yıllar önce bir kaç kez jeebe binerek gittiğim ve beni perişan, bitkin, pişman bırakan o köy yolculuğu ve köy yolu aynıydı. O yıllarda da saatlerce süren bir yolculuktu.
Ne yazık, hala Ayvaalanı Köyünün bu yolu, bazı çocukların korkulu rüyası olabiliyordu! Şimdi çocukluğumun o yolculukları ve o yolculuktaki rahmetli babaannemin telkinleri canlandı gözümde.
” Az kaldı, sabreyle..“
Umarım o çocuklar için az kalmıştır.
***
İçimizde depreşen o duygulardan bir diğeri de Sidas harabelerini ziyaret etmekti.
Demirciye gelişlerimizin çoğunlukla sayılı günler içinde oluşu, çocukların ilk yıllardaki küçüklüğü, yolun bir yarısının Demirci- Simav güzergahından oluşu, araba yokluğu, mevsim şartları, Sidas’ın yol üzerinden uzaklığı ve benzeri sebeplerle yıllardır ertelediğimiz Sidas Harabelerini gezme programı, Ankaraya dönüş yolunun bu kez Salihli üzerinden oluşunun da sebebiyle, bayramın dördüncü günü mümkün oldu.
Borlu’nun hemen girişinde sola ayrılan bir yol ayrımında başlıyor Sidas Harabelerine bayram gezimiz. Koskocaman bir tabela ile yazılmış ” Sidas Harabeleri 14 Km” diye.
Sonra o daryol boyunca tırmandıkça tırmanıyorsunuz. Evler, ağıllar, çeşmeler, ağaçlar, tepeler git git bitmeyen bir 14 kilometre. Arasıra ayrılan köy yolları. Görülen ve özenle asılmış Köy tabelaları.Bir kaç reklam panosu.Yolun bir ucu da İcikler Köyü.
Asfaltla başlayıp, bir kaç evre geçiren, kimi yerde topraklaşan, en sonunda da patikaya dönüşen bir yol üzerindeydi onca yolculuğumuz.
Başkaca hiç bir iz ve bilgi yok Sidas adına. Ne tabela, ne harita, ne bilgi, ne yönlendirme, ne de başka bir şey. Yok.
Sidas binlerce yıldır sessiz ve sahipsiz. Ne geleni var ne gideni. Ne de belli bir yeri var Sidas’ın.Yol boyu birilerine soruyoruz; ” aha şura” diyorlar. Bakıyoruz bir şey yok ortalarda. Bir başkası, bir başkası daha. Salça, tarhana karıştıran eller, toprak damlar üzerinde yol tarifi veriyor bize. Traktör süren, hayvan güden eller, diller tarif ediyor, yönlendiriyor ama Sidas yok. Bir kaç köye, bir kaç ağıla vardıktan ve saatler geçtiği halde Sidas’ı bulamadıktan sonra, yolumuz İcikler Köyüne düşüyor. Köyün hemen girişindeki Sanayi Sitesine ve oradaki hemşerilerimize.
Yine bir tarif, yine geri dönmeler, arayıp bulamamalar.
Herkes bir başka tarif ediyor Sidas’ı.Bir başka yerde tarif ediyor. Ortak tarif edilen tek yer ise, “Güreş Meydanı” diye nitelenen bir alan oluyor anladığımız. Ama bulmak nafile! Ne Sidas’ı bulabiliyoruz, ne de Güreş Meydanı’nı görebiliyoruz.
Aklımıza şimdiye değin onlarca, yüzlerce gezdiğimiz ören yerleri geliveriyor hemen. Tabelası olan, güvenlikçisi ( bekçisi) olan, giriş kapısı belirlenmiş, tabelası asılmış, haritası çizilmiş, tanıtım yazısı yazılmış, Cd’si, filmi yapılmış, gezilecek alanları işaretlenmiş, gezi rehberleri olan, mütercimi dolaşan,broşürü yapılmış ve hatırat eşyası dağıtılmış, yüzlerce harabe, kale, antik mahal, cami, kilise, saray ve anıt. Oraları gezen, gezerken heyecan duyan, heyecanlanan, ilgilenen, okuyan, soran-araştıran,satın alan, dolaşan da binlerce insan. Binlerce bilgili insan.
Ama nerede, Sidas’da hiç biri yok. Evet, hiçbiri yok.
Belki yalnızca bizler varız, çoluk çocuk. Üstelik, aklını yitirmiş birileri gibiyiz sanki!Kendi zenginliğinden başka hiç bir şeyi olmayan Sidas’ın orta yerinde tek başlarına kalıveren bizler.
Pişmanlığımız, kızgınlığımız ve perişanlığımız İciklerli esnaf Mehmet Atıcı ve Bektaş Can‘ı üzmüş olmalı ki, arabalarıyla önümüze düşüp rehberimiz olmayı kabul ediyorlar; ” boş boş oturmaktansa” diye!
Sabahtan beri aldığımız tariflerin içinde olamayan bir yolu takip edip bizi Sidas’ın göbeğine bırakıyorlar. Sonra da, günün o sıcak öğlesaatlerinde kilometrelerce yol yürüyüp her adımda bir harabenin yanında bizi bilgilendiriyorlar.Üstelik doğanın da üstünü yemyeşil örterek hepden gözükmeyen harabeleri.
Lahitlerin, sütun başlarının, köşe taşlarının, çeşmelerin yanında yürüyüp, civar köylerdeki herkesin söylemde elbirliği yaptığı ” Güreş Meydanı”na kadar.
Burası aslında benzerine şimdiye değin tanık olmadığım ve hemen hemen tüm basamakları da sağlam kalmış bir amfi tiyatrodan başka bir yer değil. Lakin burasının ayırıcı özelliği, oturma basamaklarının aynı hiza ve sayıda karşı karşıya oluşu, meydanın geniş bir boşluktan sonra iki ucunun da açık oluşuydu. Bir stadyum edasında sanki.
Güreş Meydanı söyleminin ise, İcikler Köyü Muhtarlığı tarafından yıllar önce düzenlenen yağlı güreşlerin bu mekanda yapılışlarından kaynaklandığı anlaşılıyor. Binlerce yıl önce yapılmış bir meydanda, köye gelir ağlamak için düzenlenen yağlı güreşlerin hikayesini anlatmak nasıl bir duygu olmalı bilmiyorum! Buna, Mehmet Atıcı ve Bektaş Can’ın atalarından dinledikten sonra karar vermek gerekir, değil mi?
Kimbilir daha ne hikayeler var Sidas’a ait. Depremden yıkılan Sidas. Zengin bir miras. Mezar taşları, evlerin sıvalarındaki beyaz altınlar, kerpiçe işlenmiş parmak izleri, kerpiçten su yolları, sütun başları. İşleme taşlar. Arasıra yüz veren metaller. Çömlekler. Her yağmurda yeniden ve yine can bulan bir toprak.
Yaklaşık 3 saati bulan bu zaman dilimi sonrasında Sidas’ın , büyüklüğünü, azametini, Demircimiz için tarihi önemini anlamak bizler için çok zor olmadı. Ancak, zor sorular da bıraktı geride: Binlerce yıl önce Sidas’da dokunan ipek dokumalar mı, bize el halı dokumacılığını sağladı yoksa ? Sidas mı öğretti bize halıcılığı? Bu toprakların hiç hikayesi yok mu bizleri anlatan? Güneş kaç bin kez doğdu ve battı bu topraklarda ve daha kaç bin kez doğup batacak? Her güneş yeni bir iz bırakacak mı toprakta bizden uzak?
Orada binlerce yıldır bir kültür upuzun yatıyor. Yıkılmış, harap olmuş. Binlerce insan yatıyor ve binlerce destan.Tarih yatıyor.Bugün insanlara anlatacak çok şeyi olmalı Sidas’ın!
Ancak sahipsiz. Sorgusuz. Cansız.
Başka İller, ilçeler kendilerine sahip çıkacakları, pazarlayacakları, gelirinden faydalanacakları, çocuklarının işsizliğine, okulsuzluklarına çözüm oluşturacakları,bacasız sanayi kuracakları, tarih yazacakları bir ” harabe” arar ve yoktan bir şeyler yaratırlarken, Demircililerin yanı başlarındaki Sidas’ı görmemeleri mümkün mü? Doğru mu?
Sidas’tan ders almak için, Sidas’ın sırrını çözmemeleri kayıp değil mi? Salihlide Sart’ı yılda yüzbinlerce insan ziyaret eder ve bölgeye büyük bir maddi imkan yaratır ve bırakırken, ” Sart, seni yedi kez satın alırım!” diyen Sidas’ı duymamak çaresizlik değil mi?
Sidas’ı izsiz, bekçisiz, yolsuz, dilsiz, tabelasız, haritasız, rehbersiz,broşürsüz, yazısız, tarihsiz bırakmak ayıp değil mi?
Bilmiyorum; ayıp değil mi?
Kendimizce bir çözüm de Sidas’ın sarı toprağının üzerindeyken çıkıverdi ortaya: Ya Manisalı bir Turizm Bakanı olacak, ya da Demirci’ de bir arkeoloji fakültesi! Sidas, işte o zaman canlanacak, işte o zaman kurtulacak. Sidas, bizi o zaman kurtaracak!
Ama ne zaman?
Galiba, Sidas daha uyuyacak!
***
Not: O gün rehberliğimizi üstlenip Sidas’ı bize tanıtan İcikler Köyünden esnaf Mehmet Atıcı ve Bektaş Can’a teşekkürler.
Commentaires