top of page

40 + 2 Yıl Babasız Kalmak


İşte yine  17 Mart!

Yıllar, takvimleri nasıl bir hızla eskitiyor bir bilseniz. Eğer, benim  “milad” diye adlandırdığım günden bugüne,  üst üste konup sıralansaydı, 42 duvar takvimini kullanıp, bitirmiş olacaktık. Çoğu 12 sayfalık, bir kısmı 6’şar sayfalık, çok ender de olsa rastlananan bir kaç adetlik tek sayfalık tam 42 duvar takvimini.

Hani tek sayfalıklarında genellikle kedilerin yer aldığı, 6’şar sayfalıklarında çoğunlukla çiçeklerin bulunduğu, 12 sayfalıklarında ise nedense hep İstanbul resimlerinin yer aldığı duvar takvimlerinden söz ediyorum.

Sonra arada bir Bankaların verdiği takvimler ile içeriğinin biraz değişmeye başladığı, 80’li yıllarla birlikte, iyice, kediden, çiçekten ve İstanbul’dan uzaklaşan takvimler.

Yerine, fazlasıyla moda, reklam, kadın, çizgi, renk ve günümüz popüler  kavram ve resimlerinin enjekte edildiği takvimler.

Her nasıl ve biçimde olursa olsun, 42 adet duvar takviminin  birikiverdiği zamandan bahsediyorum. Aslında ömürden, yaştan, yaşlanmaktan bahsediyorum. O, 42 adet duvar takviminin miladı olan bir günde doğan insan, bugün 42 yaşında demektir. Bu anlamıyla, kırk iki adet duvar takvimine sahip olmak demek , biraz yaş- baş almak demektir. Biraz yaşamış olmak demektir. Görmek demektir, duymak demektir.Hissetmek, hisli olmak demektir.

*

Milada dönünce hikaye daha iyi anlaşılacak elbette :

Yıl 1970. Aman ve geçit vermeyen bir  Mart ayı. Öğretmen Okulunda,  Orta 2’inci sınıftayım.Yaşım 13.

Bir gün öncesi  ve gecesiyle Okul, şenlik yeri gibiydi. Öğretmen Okullarının Kuruluş Yıl Dönümü, düzenlenen müsamareler ile konuklarıyla birlikte kutlanmıştı.

Öğle vaktine yakın zamanlar. Teneffüs arası. Hava çok soğuk ve bahçeye çıkmak imkansız. Koridorlarda koşturmaktayım Şu an adını unuttuğum uzun boylu bir erkek öğretmenim, sertçe omuzumdan çekiştiriyor.

Eli omuzumda, yönlendirmek ve bir yere hızla götürmek amacıyla olsa gerek parmaklarıyla küçücük omuzlarıma acı veriyor.

–         Gel, diyor.

Yüzüne bakabildiğim anlarda, gözlerinde bir hüzün hissediyorum.Yürüyoruz.

Koridorun öteki ucundan ağabeyimi de başka bir öğretmen, sırtına elini atmış şekilde bize doğru getiriyor.

Hem ağabeyimin hem de adını  şimdi hatırlamadığım o öğretmenin de yüzü sert ve manalı.

Belli ki fırtına kopacak!

İki koridorun birleştiği Öğretmenler Odası’nın kapısının önünde durdurulduk.

Öğretmenlerden biri, birimizi diğerine teslim edip ayrıldı.Ama hangisi onu da hatırlamıyorum.

Kapının önünde ağabeyime bakıyorum. Sert ve donuk bir yüzü var.Bense ne donuk ne de sert! Mahçup ve suçlu.

Öğretmen içeriye başını uzatıyor, sonra da bizi içeriye iteleyip, ayrılıyor.

İçerdeyiz. İsmini ve yüzünü unuttuğum bir başka öğretmenim, özellikle teneffüs esnasında adım atacak yer kalmayan bu büyük ve geniş  odada tek başına ve ayakta. Odanın sandalyelerden sonra en önemli mefruşatı olan kocaman masanın kenarlarına, oturmamızı istiyor.

Karşısında iki tane çocuk. Ufacık tefecik henüz yaşları 13 ila 15 olan iki öğrenci. Kocaman okulun en çalışkan öğrencisiyle, ona tezat işler yapan kardeşi.

Canı sıkkın. Üzgün. Adeta ne diyeceğini bilmiyor. Sonra konuşmaya başlıyor.

– Haluk, Haldun. Çocuklar, hayatta bazan beklenmedik olaylar olur ve bizleri zor durumda bırakırlar……….

Hala devamını hatırlamadığım bazı kelimeler daha.

Ağabeyimle hiç yüzyüze gelmiyoruz. Bilmiyorum neden? Ya da hatırlamıyor muyum? Ben hala mahçup ve suçluyum.

Öğretmenin anlattıkları bitmiyor. Ama bazı kelimeleri kullanışından ve onlara can verişinden, anlamlar çıkmaya başlıyor. Kelimeler büyümeye başlıyor.

Sonra,  sanki saatler geçen bir konuşmanın sonunda söylenmiş  ufacık bir cümle hayatı karartıyor.

–         Çocuklar, hepimiz çok üzgünüz ama…

Cümlesini bitiremeden O’nun da boğazına bir düğüm giriyor. İşte o an, iki kardeşin kendini tutamadığı, henüz ne olduğunu bilmedikleri bir vaka karşısında ağlayışları, yakarışları  başlıyor. O an , kendime hayatımın en adice sorusunu sordum. Utanmadım. Göz yaşlarımızı silecek bir şey de yok elimizde. Göz yaşları büyüdükçe, boz-yapın parçaları da büyümekte. O cümlenin ardından gelecekler o kadar sınırlı ki, bilmemek mümkün değil.

Nihayet, cümle tamamlanıyor.

–         Babanız öldü.

Öğretmen odasının kış mevsimine rağmen bu vakitte yanmayan lambaları, odayı yalnızca karanlık bırakmıyordu. Duvarlarda hayaletler de çiziyordu. Sanırım tavandan önce onların üzerime düşeceğini sanmış ve korkmuş olmalıyım. Ürperdim. Korktum.

Öğretmen de odadan ayrıldı. Sesimiz ve yakarışımız odada hapsedildi. Oda kapkaraydı.. Bellli ki şimdi perdeler hep çekilmiş olmalıydı. İki kardeş masanın ucunda ağlamaktaydık. Ne kadar ağladık, ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Kapı açıldığında bu kez gelen öğretmenin elinde palto ve kabanlarımız vardı.

Ayaktaydık ve ağlamamız devam ediyordu.

Odadan çıkartıldık. Her yer bomboştu. Demek ki dersler başlamış, sınıflar dolmuştu. Herşeyden haberdar olduğunu tahmin ettiğim bir kaç nöbetçi öğrenci, Okul girişinde bakışlarını bizden kaçırıyorlardı. Adeta kaçıyorlardı.

Ağlıyorduk.

Hala hatırlamıyorum, bir araçla mı yoksa yürüyerek mi eve gittik. Ama hep bir acı vardı içimde. Öyle bir acı ki, sanki uykudayım da , uyansam  geçecek gibi.

“Uyan” diyordum kendime. “ Haydi uyan” “Uyan”

Ama nafile bir türlü uyanılmıyordu. Kırk iki yıldır uykudayım. Uyanamıyorum

Kırk iki yıldır da uykumda ağlıyorum.

Comments


bottom of page