Günler, aylar, yıllar nasıl ardı ardına geçip, gidiyor. Geride kalanlar bir toz bulutu adeta. Öyle değil midir yanınızdan çok hızla gelip-geçen ne bırakır ki geriye?
Baksanıza üzerinden bir yıldan fazlaca geçmiş olmasına rağmen; günlerce korkularımızın büyütüldüğü ve yerine de Şirince’nin konmaya çalışıldığı panikten geriye kalanlar nedir?
Maya Takviminin olduğu iddia edilen kehanetinin bilinemez sırlarını mı çözdük yoksa? Yoksa, kehanetlerin binlerce yıl yaşayamayacaklarını yeni mi anladık? Kıyametlerin kopmayacağını!
Takvimlerin kehanet sırlarına döndürülemeyeceğini mi bildik? Takvimlerin kıyamet koparmayacağını mı!
Yoksa yeni mi fark ettik, Maya Takviminin sırlarını bir arkeoloğun anlayamayacağını? Anlarsa da ancak böyle anlayacağını! Taşların üstüne , taş koyacağını. Kendi işini yapmadığını!
Ne oldu 21 Aralık 2012’de Allah aşkına!
Şirince’de ne oldu?
Yenildi, içildi mi yalnızca? Şirince arkadaşlıkları mı oluşturuldu?
İnsanlar Maya Takviminden mi korkutuldu, yoksa kehanetlerden mi?
Benim garibime giden, üzerinden yaklaşık 1 yıl geçmiş bir olayı, kimseler hatırlamaz ve önemsemez iken; aynı insanın, binlerce yıl gerilerde kalan güya kehanetlere sarılışıdır. Onlardan medet ummasıdır.
Ne yazık ki, binlerce yıl sonra da olsa, yine bazı insanlar çıkacak, olur olmaz yeni iddialar ile Maya Takviminin henüz bilinmeyen sırlarını, kehanetlere bulayacak ve yeniden servis etmeye çalışacaktır.
Dün Şirince’de olanlar, o zaman daha başka şirin yerlerde yaşanacaktır.
Şok şükür, milyonlarca yıldır, Kuzey Yarım Kürede 21 Aralıklarda bir gündönümü yaşanmakta, geceler yerini gündüzlere artırmaktadır.
” Mustafa AYDOĞAN Hocamızın ardından, şimdiki K öy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Sayın Erdal ATICI’nın yazdığı yazıyı ekte paylaşmaktayım. Bu yazı, Öğretmen Dünyası Dergisi’nde ve ayrıca Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın Bülteninde yayımlanmıştır.”
MUSTAFA AYDOĞAN’DAN BİZE KALAN AYDINLIK YOL…
ERDAL ATICI
Kışın iyiden iyiye kendini gösterdiği günlerdeyiz. Sabah erken çalan telefonla yataktan
Ağabeyiniz öldü…” diyor telefondaki ses. Bıçak gibi keskin, kulaklarımda çınlamaya
başlıyor… Seher Teyzemizin sesi bu. “Mustafa Ağabeyiniz öldü…” diyor ve kapatıyor…
Bu sıradan bir ölüm değil, bir dağın yıkılması… Ses getirecek bir ölüm… Ses kulaklarımda
çınlamaya devam ediyor, bir yandan yüreğim yanıyor, bir yandan sorumluluğum gereği o an
neler yapmam gerektiğini düşünüyorum…
Seher Teyzenin kulaklarımda çınlayan sesi, Mustafa Ağabeyin sesi oluyor…
Köy Enstitülerinde uygulanan o çağcıl eğitimi anlatmak için çıktığımız kaçıncı yolculuk kim
bilir? Söyleşimizin kaçıncı saati… İsa’nın öğretilerini yayan iki misyoner gibi, kaçıncı dağ
aştığımız? Kaçıncı ova geçtiğimiz… Karadeniz. Ereğli’ye gidiyoruz bir seferinde, bir seferinde Foça’ya, bir seferinde Seferihisar’a gidiyoruz; gece yarısını çoktan geçmiş, belki de sabaha karşı, çevremizdeki yolcular gönül rahatlığıyla uyuyor. Biz uyumuyoruz! Memleketin hali ortadayken uyuyamıyoruz… Mustafa Öğretmenimizle neleri, nasıl yapmalıyız üzerine konuşuyoruz.
Öyle ya; nasıl geri getireceğiz Cumhuriyetin aydınlık günlerini? Yerle bir edilen devrimleri…
Mustafa Aydoğan Öğretmenim inanılmaz bir sakinlikle yanıtlıyor sorularımı. Hiç sesini
yükseltmeden, adeta sessiz akan bir nehir gibi anlatıyor, aklıma gelen tüm soruları soruyorum.
O tam anlamıyla kurumlaşmış bir üniversite, bense her şeyi soran, araştıran bir öğrenciyim…
Gecenin bilmem kaçıncı saatinde soruyorum; Köy Enstitülerine gelişini, öğrenci oluşunu,
öğretmenlerini…
“Ben” diyor, “1927 yılında doğmuşum. Beypazarı’na bağlı Köseler köyünde. Babam
ticaretle uğraşırdı. Her köylüde olduğu gibi bizim de ineğimiz, koyunumuz vardı. Diğer
köylülere bakınca orta halli bir ailenin çocuğuydum. 1937 yılında Karaşar İlkokulu
beşinci sınıfında okuyorduk. Mahmudiye Köy Öğretmen Okulu hazırlık sınıfına gittim.”
Mustafa Aydoğan, amcasının oğlu Turan Aydoğan’la birlikte gidiyor Mahmudiye Köy
Öğretmen Okuluna. “Üstümüzdekilerin dışında yedek çamaşır da götürmemiştik.
Unutmuyorum 10 – 15 gün sonra, güneşli bir Pazar günü yataklarımızda çıplak
Mustafa Aydoğan ilk günlerde yaşadığı sıkıntılar, okulda karşılaştığı güçlükler nedeniyle bir
ara okuldan kaçmayı bile düşünüyor. Ancak, sıkıntılar kısa bir süre sonra gideriliyor. Yeni
elbiseler veriliyor, yemekler daha iyi çıkarılıyor, dersler başlıyor ve on yaşındaki Mustafa,
kısa zamanda yüzmeyi, bisiklete binmeyi öğreniyor, ikinci yıl da motosiklet kullanmayı…
17 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan 3803 Sayılı yasayla Köy Öğretmen Okulları, Köy
Enstitülerine dönüştürülüyor…
Köy Enstitülerinde “iş içinde, iş aracılığıyla iş için” eğitim ilkesini uygulamaya
başlıyor. Tüm öğrencilere okuma bilinci kazandırmak için çırpınıyor enstitü öğretmenleri.
Anadolu’nun karanlık köylerinden gelen öğrencilerinde okuma bilinci oluşturabilirse, yaşam
boyunca öğrenmeleri sürecek. Öğrenciler kendini sürekli yenileyecekler hem ülke hem de
dünya sorunları hakkında daha fazla bilgi sahibi olacaklar…
Köy Enstitülerinin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç, okuma
bilinci kazanamayan öğretmenlerin “Sadece meslek okulunda öğrendiklerine güvenir
ve dayanırlarsa çok aldanacaklarını, basit ve dar görüşlü olarak kalacaklarını, çabuk
tükneceklerini, toplumun başına bela olacaklarını” söylüyor.
Mustafa Aydoğan, 1942 – 43 Öğretim yılı sonunda Çifteler, Kızılçullu ve Kepirtepe’den 79
öğrenci ile birlikte Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne kayıt oluyor.
Yüksek Köy Enstitüsü (YKE) eğitimini anlatırken, özellikle çok sıkı ve disiplinli bir eğitim
gördüklerini, on ders geçerli nedensiz derse katılmayan bir öğrencinin ilişkisinin kesildiğini
anlatıyor…
Yüksek Köy Enstitüsü; 2 yıllık bir köy üniversitesi. Aydoğan Öğretmenimiz arkadaşlarıyla birlikte ikinci yılın sonunda mezun olarak Köy Enstitülerine öğretmen olarak atanmaya hak kazanıyor. Yüreğinde engin insan ve yurt sevgisi, Anadolu’yu aydınlatmak için yola düşen idealist öğretmenlerden biridir artık o. İlk görev yeri de; Diyarbakır’daki Dicle Köy Enstitüsü’dür…
…
1946 yılına kadar Köy Enstitülerinin yarattığı aydınlık rüzgâr bütün Anadolu’yu sarmış,
karanlıktan yana olan gericilerin yüreklerini korku salmıştır. Cumhuriyet aydınlanmasına
karşı duranlar, karanlığın “ağababaları” iğrenç iftiralarla, karalama kampanyaları başlatırlar.
“Karma eğitim” bugün olduğu gibi yine hedeftedir. Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç,
devrimci müdürler, öğretmenler birer birer görevden alınır. Köy Enstitülerini, Köy Enstitüleri
yapan; “İş içinde, iş aracılığıyla iş için” eğitim ilkesi değiştirilir. Enstitüde karma eğitime
son verilir. Mustafa Aydoğan Öğretmenimiz ve onun gibi Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü
mezunu öğretmenler apar topar askere alınırlar. 86 kişidirler, Mustafa Öğretmenimizin de
içinde olduğu 21 kişi yedeksubay hakkı gasp edilerek çavuş çıkarılır. Askerde izlenirler,
sıkıntılı günler yaşarlar.
…
Aydoğan Öğretmenimizle yine bir gece yolculuğumuzda, karanlık içinde bırakılmış,
köylerden kasabalardan geçiyorduk. Her zamanki gibi kendine has ses tonuyla enstitüden
mezun olduktan sonra karşılaştığı güçlükleri anlatıyordu; “Öğretmenim meslek yaşantınız
niçin uzun sürmedi?” diye sordum.
Derin bir yaranın kabuğunu koparmışım gibi yüzüme acıyla baktı. Bakışlarında hâlâ o
yılların kırgınlığı vardı. “Askerlikte yedeksubay hakkımız zorla elimizden alınarak çavuş
çıkarıldık. Gazi Eğitim İngilizce Bölümünde I. sınıfında okuyorduk. İngilizce öğrenmede
farklı bir yöntem uygulanıyordu. Projeyi Amerikalılar yürütüyordu. Yıl sonuna doğru
projenin başkanı olan öğretmen çağırdı. ‘Seni Amerika’ya göndermek istiyoruz’ dedi,
aday gösterilen 3 öğrenciden biriydim. Ancak sözlüde Bakanlık temsilcisi, seçilmeme
karşı çıkmış, gönderilmedim.”
Mustafa Aydoğan Öğretmenimize yapılanlar bu kadarla da kalmamış, Elazığ Lisesi’nde
çalışırken dış ülkelere gönderilecekler için başvurmuş, en yüksek puanı alıp birinci olduğu
halde yine gönderilmemiş.
Ülkeyi yönetenler Köy Enstitülülere karşı ellerindeki yetkileri alçakça kullanmaktadır.
Enstitülülerin ileri adımlarının önlerine kalın ve yüksek duvarlar çekmektedirler.
Yine Elazığ Lisesinde çalışırken okul müdürü, Aydoğan Öğretmenimize müdür yardımcısı
olması için çok ısrar eder. 30 saat derse girmektedir. Derslerinde eksiltme yapmamaları
koşuluyla teklifi kabul eder. Müdür ivedilikle yazısını yazar ama bir türlü yanıt gelmez. Bir
süre sonra “kırmızı dosya” tutan makamlarından onay gelmediği anlaşılacaktır…
10 yaşında devletin yatılı okuluna alınan, çocukluğu ve gençliği devletin gözetiminde
ve başarılı öğretmenlerin elinde geçen Mustafa Aydoğan ve onun gibi yoksul köy
çocukları devlet katında suçludurlar ve hiçbir zaman affedilmeyecekler, ilerlemelerine izin
verilmeyecektir.
Bütün bunlar Aydoğan Öğretmenimizin kafasında; devlet hizmetinde ilerlemenin
ve yükselmenin olmayacağı fikrini oluşturur. O günlerde bir aile sorunundan dolayı
Ankara’ya atama isteği de geri çevrilince, çok sevdiği öğretmenlik mesleğinden istifa eder.
Öğrencilerinden temelli ayrılır.
Çok değişik işlerde çalışır Aydoğan Öğretmenimiz. Ama her zaman gönlü öğretmenlik
mesleğinden yanadır. Kitap – kırtasiye işi yaptığı dönemlerde; Ankara’ya gelen enstitülülerle
buluşur, hasret giderir. Toplantılarını izler. Dergilerini takip eder… Hiç eğitimden kopmaz.
İşlerden tamamen emekli olduğu yıllarda Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı kuruluş
aşamasında yararlı olmaya çalışır. Yönetim kuruluna seçilir ve 2003 yılına kadar; 6 yılında
başkanlık olmak üzere 9 yıl yönetim kurulu üyeliği yapar. Vakfın büyüme yıllarında tüm
sıkıntılarını omuzlar, arı gibi çalışarak, alçak gönüllüğü ve sakinliğiyle gençlerin yetişmesinde
büyük emek verir ve bu emeklerinin karşılığını alır. 2003 yılında yapılan genel kurulda,
başkanlığın bir bayrak yarışı olduğunu, bayrağı teslim etme zamanın geldiğini söyler. Dediği
gibi; bayrağı kendisinden sonra gelenlere teslim eder. Ancak Vakıfla bağını hiç koparmaz…
Aydoğan Öğretmenimiz; Köy Enstitüleri ile ilgili yazıları, dosyaları dikkatle izler ve
yanlışlarını yazı sahibine bildirirdi. Köy Enstitüleri ile ilgili bir derneğin yayın organı olan
dergide de yazı kurulu üyeliğine adını yazmışlardı bir ara, ama dergideki kimi yazıları ve
yanlışları eleştirdiği için, dergi dosyası gönderilmemeye başladı kendisine. Bunun üzerine
Mustafa Öğretmenimiz “Dosya gönderilmeyecekse adının yazı kurulundan çıkarılmasını
istedi.” Çıkardılar da…
Mustafa Aydoğan Ağabeyimizin, Vakfın çıkardığı 30 yayının çoğunda, onun büyük emeği
vardır… Bu kitapların dışında; “Köy Eğitim Sistemi – Köy Enstitüleri”, “Gazetelerde Köy
Enstitüleri”, Erdal Atıcı ile birlikte hazırladıkları “TBMM Bütçe Görüşmelerinde ve Şura
Toplantılarında Köy Enstitüleri” adlı bir kitapları vardır.
Mustafa Aydoğan Öğretmenimle ilgili birçok anım var. Benim yetişmemde ve Köy Enstitüleri
davasına gönül vermemde çok büyük etkisi var. Bir tek benim de değil, Vakfa gelen tüm
gençlerin yetişmesinde büyük emeği vardır.
2007 yılında, olağan genel kurul öncesi, evimize kadar gelme inceliğini göstermiş, Köy
Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’na başkan olmamı önermişti. İşlerimin yoğunluğunu
anlatmış ve başkanlığın zor olduğunu, kabul edemeyeceğimi söylemiştim. O da bunun bir
görev olduğunu, bu görevden kaçılamayacağını belirterek, ısrar etmiş ve beni ikna etmişti.
Başkanlık yaptığım 2007’den bugüne kadar en büyük dayanağım Aydoğan Öğretmenim
olmuştu…
30 Kasım 2013’de onu kaybettik ve aynı gün son yolculuğuna uğurlamak için Kocatepe
Camisinde toplandık. Ailesinin, arkadaşlarının, dostlarının yanı sıra yetiştirdiği gençler de onu
uğurlamaya geldiler.
Ne mutlu bize ki, aydınlık bir yol bıraktı ardında. Yazılarıyla, yapıtlarıyla hep yaşayacak.
Cilavuz Haber- Mustafa ZARİÇ’ten ALINTIDIR: CİLAVUZDA BİR KUŞ VAR
KANADINDA YEMİŞ VAR
Hizmetli elindeki zarfı uzattı. Verilen bir baş selamıyla dışarı çıktı. Zarfın üzerine baktı. Zarf Ankara’dan geliyordu. Elleri titreyerek zarfı açtı. Çok uzun olmayan, sade ve kısa yazılmış genel müdür imzalı yazıyı okudu. Yüreği bir kuş gibi çırpmaya başladı. Ayağa kalktı. Odada dolaşmaya başladı. Türkiye haritasının karşısına geçti. Parmağını bir çırpıda, haritada bulduğu Kars’ın üzerine bastırdı.
Verilen görev hem büyük hem de çetindi. Başarmanın yanında olumsuzlukları da düşündü. Görev için seçilmiş, inanılmış insanlardan biriydi. Ankara’dayken bir ara İsmail Hakkı Tonguç böyle bir görevden ona söz etmişti. Belki o zaman fazla önemsememiş, üzerinde durmamıştı. Demek bu kısa konuşma, aradan bunca zaman geçmesine rağmen unutulmamıştı. Şimdi ise gerçek olmuştu.
Elindeki kağıdı katladı, cebine koydu. Hızla merdivenlerden inerek bahçeye çıktı. Bahçe kapısı açıktı. Evin yolunu tuttu. Yolda bir düşüncedir aldı kendisini. Verilen selamların bir kaçını aldı. Birçoğunu da düşünceler yüzünden görmedi. Eve ne zaman geldiğini, nasıl geldiğini, yolda kimlerle karşılaştığını bir türlü anımsayamadı.
Hazırlıklar tamamlandı. Gidecekti Kars’a. Karar vermişti. Karar vermesi belki de kendi iradesini aşmıştı. Bu bir emirdi. Bu bir görevdi. Kendine güvenen o yüce insanı yarı yolda yüz üstü bırakamazdı.
Birkaç parça giyecek, birkaç parça eşya. Kalem, defter, bir kaç kitap. Topu topu bavuldakiler bunlardı. Önce Erzurum’a gidecek, ardından ver elini Kars.
Bindiği trende, gideceği yerde ne tür insanlarla karşılaşacağını düşünüp durdu. Yapacağı işi kabullenip, ona yardım edecekler miydi? Tren düdüğünü acı acı öttürdü. Yolculuk başlamıştı. İşe nerden başlayacağını düşünüyordu. Acaba bazı illerimizde kurulan köy enstitülerindeki gibi o yörenin tutucu, bağnaz insanları onun da karşısına çıkacaklar mıydı?
Kars’ a indiğinde, esen yelin bir toz bulutunu önüne katıp getirdiğini gördü. Eliyle ağzını, burnunu kapattı. Toz bulutu önünden geçip gitti. Kars’ın düzenli mimarisi ve geniş yolları onu şaşırtmıştı. Çarlık Rusya\’sı zamanında kırk yıl işgalde kalan Kars’a, yerleştirilen soylu subay ailelerin ihtiyaçlarına yanıt vermek için taş kaldırımlı şose yollar yaptırılmıştı. Yarım saatlik bir yürümeyle Maarif Müdürlüğüne geldi. Müdür kendisini sıcak karşıladı. Geleceğinden haberi vardı. Müdür hizmetliyi çağırdı, çay söyledi.
“Halit Bey, yapacağınız iş çok büyük bir iş. Her şeye sıfırdan başlayacaksınız.”
“Biliyorum, bu şartlarda devletten de fazla yardım alamayız.”
“Peki, bu köy enstitüsünü nerede kuracağınıza karar verdiniz mi?”
“Hayır, daha karar veremedim. Kars’a ilk gelişim. Önce kalacak bir yer bulmalıyım. Sonra köy köy dolaşıp enstitü için uygun bir yer bulacağım.”
“Kalacak yer önemli değil, birkaç gün bizde kalırsın.”
Halit Ağanoğlu erkenden uyandı. Maarif Müdürü de kalkmıştı. Kahvaltı yapıldı. Biran önce işe koyulmalıydı. İlk iş olarak, köy köy, kasaba kasaba dolaşmak için bir araba gerekliydi. Arabanın, yük ve eşya taşımak için toplandıkları Kars’ın bırıçkacılar meydanında bulunabileceğini söyledi maarif müdürü. Ağanoğlu yanına müdürlüğün hizmetlisini alarak bırıçkacılar meydanına geldi. Meydanda bırıçkacılar iş beklerken kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Ağanoğlu hizmetliye dönerek.
“Bunların içinde tanıdıkların var mı?” diye sordu.
Hizmetli bırıçkacılara şöyle bir baktıktan sonra:
“Var ama bakalım burada mı?”
Ağanoğlu ve hizmetli bırıçkacılara biraz daha yaklaştıktan sonra, hizmetli:
“Selamünaleyküm, Melik köylü Allahverdi’nin bırıçkası nerede?” diye sordu
Bırıçkacılar, gelenlerden maarif müdürlüğündeki Zeki’yi tanıyorlardı ama diğer kişinin buralı olmadığı belliydi. Üstü başı düzenli, etrafa yabancı olan Ağanoğlu’nu görünce biraz toparlandılar. Güneşin altında beklemekten elleri ve yüzleri kararmış bırıçkacılardan daha zayıf olanı:
“Bir iki saat önce burdoydu, Dikme’ye alaf götürdü. İndi geler. Neydi ki?”
Zeki:
“İşimiz var. Daha doğrusu müdür beyin işi var. Gelende benim yanıma, müdürlüğe gelsin. Haydi eyvallah.”
Halit Ağanoğlu Melik köylü Allahverdi ile birkaç gün içinde birkaç yer, birkaç köy, birkaç kasaba dolaştı, insanlarla konuştu. Hepsi de candan, sıcak ve saygılıydılar.
Dolaştığı yerler içinde kafasında köy enstitüsünün kurulacağı bir yeri daha belirleyememişti. Kars’ın kuzey taraflarını da bakmak gerekirdi. Allahverdi’ye Ardahan’a doğru gideceklerini söyledi. “Bir de oralara bakalım” dedi. Arabayla Cilavuz Kars arasındaki tozlu yolları aşarak Ardahan’a doğru gideceklerdi. Öğleye doğru Cilavuz’a geldiler.
Cilavuz’a girişte ilk göze batan şey eski yapılardı. Rus işgalinden sonra yapılmış bu binalar askeri karargah olarak kullanılmış. Bu nedenle düzenli mimari ve geniş yapılarıyla göze çarpıyordu.
Halit Ağanoğlu bu binaları sordu soruşturdu. Boş olduğunu öğrendi. Boş olduğunu öğrenince Halit Ağanoğlu’nun yüzü birden aydınlandı. Gözleri gülüyordu. Kaç gündür köy köy, kasaba kasaba dolaşmış enstitü için yer bulamamıştı. “Bulduk işte” dedi yanındaki Allahverdi’ye. “ Bundan iyi bir yer daha olamaz. Bu binalar biraz bakımsız, harap kalmış ama duvarlar sapasağlam duruyor.”
Sevinçten uçuyordu. Böyle suyu bol, ekime elverişli toprakları olan bir yer, kaç köy enstitüsüne nasip olurdu. Diğer köylerde kurulan enstitüler, ilk başlarda bina yerine işe çadırla başlamışlardı. Daha sonra öğrencilerin olanaklarıyla derslik, yemekhane, yatakhane gibi tesisler sonradan inşa edilmişti. Cilavuz’da durum farklı olacaktı. Binalar hazırdı. Yapılacak çok iş vardı ama olsun enstitünün yerini bulmuştu.
Artık karar vermişti. Genel müdürlüğe yer bulundu diye yazı yazılıp, enstitünün kuruluş onayı alındı. Artık çalışmalara başlanabilirdi.
Birkaç gün sonra tekrar Cilavuz’a geldi. Köyde yaşayan insanları tanımak, onlarla kendi arasında bir bağ oluşturmak gerekiyordu. Halktan kopuk olamazdı. Bu okullarda halk çocukları okuyacak, eğitim göreceklerdi, o zaman halkın desteğini ve ilgisini enstitüye çekmek gerekiyordu. Cilavuz eski, harap binaları ve birkaç pare evden oluşan küçük bir köy durumundaydı. Binaları gözden geçirdi. Binaların bulunduğu alan uzun süre kullanılmadığından her tarafını otlar, dikenler sarmıştı. Binalar elden geçmeliydi. Bu işleri yapacak insanlara ihtiyaç vardı. Etrafı gezmeye başladığında binaların arasında hayvanlarını otlatan insanlarla karşılaştı.
Kendini tanıttı, neden burada olduğunu anlatmaya çalıştı. Bu köyde kendilerine yardım edecek birilerini sordu. “Şadman Ağa” dediler. O bu işlerle ilgilenebilir. Onlara yardım edecek, enstitünün kurulmasında ön ayak olacak insanın “Şadman Ağa” olacağını söylediler. “Hem durumu iyidir, hem de aydın bir insandır. Yardım etmesini sever. Böyle bir işte Şadman Ağa biçilmiş kaftandır.” Dediler.
Köy küçük bir yer olduğundan Şadman Ağa’nın bulunması o kadar zor olmadı. Söylendiği gibi onları candan karşıladı. Yardım edecek birine benziyordu. Konuşmasında insanı rahatlatan cümleler kuruyordu. Kılık kıyafeti ekonomik durumunun iyi olduğunu gösteriyordu.
Şadman Ağa, binlerce dönüm tarla, birkaç köy, yüzlerce ırgat çalıştıran bir ağa değildi. Yalnızca ekonomik durumu Cilavuz halkına göre iyi, konuşmalarında karar erki olduğundan kendisine Şadman Ağa denirdi. Gelenlere gümüş tabakasından sigara ikram etti. Kendisi de ağızlığına bir sigara taktı.
Şadman Ağa binaların onarılması, kırık döküğün sıvanması için bu işi yapacak insanları buldu. Halit beye “bunlar senin emrinde” dedi. “Ne iş varsa bunlar yapacak, sen yeter ki işi göster.” Sözüyle Halit beyin yüreğine su serpmiş oldu.
Binalar onarıldı, otlar biçildi, dikenler temizlendi. Yatakhane ve yemekhane binaları restore deldi. Köy çocuklarının sanatla ilgilenmeleri, dünyayı tanımaları açısından bir binanın sinema salonu olmasına karar verilerek onarıldı, film makinesi temin edildi.
Halit Bey, yönetici kadrosu yanında Kültür dersleri, ziraat dersleri, teknik dersler ve sağlık dersleri konusunda öğretmen kadrosunu oluşturdu.
Başlangıç olarak öğrenci alımları için bunlar yeterliydi. Artık öğrenciler gelebilirdi okula. Köy küçük olduğundan ilk başta fazla öğrenci bulunamayacağını biliyorlardı. İş- güç zamanı. Kimse çocuğunu okula gönderip, hayvanlarına bakacak, onları otlatacak, tarlada kendilerine yardım edecek o küçük “tarım işçilerden” mahrum olmak istemiyordu. Bunlardan biri de Eyüp’tü.
Enstitünün öğrenci aldığını, enstitüye diğer köylerden, Erzurum’dan Van’dan, Artvin’den öğrenciler geldiğini duymuştu. Kendi köyünden belki de ilk o olacaktı. Anasının ısrarları üzerine, babası elinden tutup Eyüp’ü Halit Ağanoğlu’nun karşısına çıkardı. “Müdür bey, bu benim oğlum, okumak istiyor. Kafası iyi çalışır.” Halit Bey Eyüp’e şöyle bir baktı. Zeki bir çocuğa benziyordu. Köy çocuklarının utangaçlığı onun da yüzüne vurmuştu. Üstü başı dökülüyordu. Çıplak ayaklarına giydikleri lastikler, kurumuş çamur nedeniyle toz içindeydi.
“Adın ne senin bakayım.” Dedi Halit Ağanoğlu.
“Eyüp”
“Soyadın yok mu senin?”
“Eyüp Yaptırmış.”
“Demek okumayı çok istiyorsun.”
Eyüp konuşurken utancından kıpkırmızı kesilmişti. Yaşamında belki de ilk defa kendisine geleceğiyle ilgili soru soran bir adamla karşılaşmıştı. Müdürün kendisiyle ilgilenmesi onun çok hoşuna gitmişti. Biraz rahatlamıştı.
“Evet, çok istiyorum” dedi.
“Tamam, öyleyse, hazırlığını yap. Yarın gel. Artık burada kalacaksın. Yemeklerini de burada yiyeceksin.”
Eyüp Yaptırmış Cilavuz’un enstitüye giren ilk çocuklarından biriydi. Bir örnekti. Çevresindeki çocuklara cesaret vermişti. Onu takip eden onlarca çocuk enstitüyü bitirip yurdun dört bir yanında dağılacak, gittikleri yerlerde bir güneş gibi parlayacaklardı.
“ Ağanoğlu bir kuş olup, uçup Cilavuz’a konmuştu.
Gümüş kanatlarıyla getirdiği dolu yemişti.”
Çok yoğun bir tempomun ardından ihmal edilmiş yazılarıma dönebildim. Neredeyse 15-16 gün süreyle hiç ilgilenemediğim anlardı.
Bir önceki yazım olan ve zoraki yazılan ” Nostalji Takvimi: Ocak 2014″ den sonra yeni bir yazı yazma adına oylanırken, tam da son yazıma uygun satırlar ile karşılaştım. Belki de aynı şeyler yazmak üzereydim.
Erdal Atabek’den yaptığım kısmi alıntı ile yetineceğim.
Nice yıllar!
Bana yalan söyle yeni yıl. Her şeyin daha iyi olacağını söyle. Bütün sıkıntıların geride kalacağını, şu yaşlı 2013 ile üzüntülerin biteceğini, gelecek günlerin çok parlak olacağını söyle bana ne olur. Çocuk olduğum zamanlar ne güzeldi. Annem babam bana en akıllı çocuk olduğumu, en güzel çocuk olduğumu, ilerde en güzel yerlerde olacağımı söylerlerdi. Bana dileklerini söylerlermiş de ben de sahi sanırmışım. Olsun, iyi etmişler de beni bir güzel avutmuşlar. Sonra, hayatın gerçekleri denen şeylerle karşılaşınca nasıl üzülmüştüm. Gerçekler çok üzücü oluyor. Kaldıramıyorum. Gerçekler ağır geliyor. İyisi mi sen bana yalan söyle. Zaten öyle yapıyorsun ya. Tam 31 Aralık gecesi saat 24’te geri sayım başlıyor. Aman da aman, yeni yılla giriliyor. Her şey nasıl da düzeliyor, nasıl da iyileşiyor. Dertler tasalar eski yılla gidiyor. Yaşasın yeni yıl. Aşk, para, mutluluk yeni yılla geliyor. Yaşasın yalanlar. Sen beni dinle: Bana yalan söyle.